Uyanışın Eşiğindeki Istıraplar Hikayesi

Konusu 'Kıssadan Hisse' forumundadır ve Eylül tarafından 6 Mart 2013 başlatılmıştır.

  1. Eylül

    Eylül Moderatör

    Uyanışın Eşiğindeki Istıraplar

    Sohbetten sonra Şebnem, Nur Hemşire’ye binbir teşekkür ederek kuş misali hafiflemiş bir hâlde evinin yolunu tuttu. Tam evin sokağına varmıştı ki, Müge ile karşı karşıya geldi. Bir an ne diyeceğini bilemedi. Zaten onun bir şey demesine fırsat bırakmadan Müge, öfkeli ve soğuk bir edâ ile kendisini soru yağmuruna tuttu:

    “– Kızım, nerelerdeydin? Niçin partiye gelmedin? Biliyorsun bu partiyi, ikinci kez senin için düzenlemiştik!.. Ya sen ne yaptın? Gelmedin. Bu mu arkadaşlık? Söyle nasıl yaptın bunu? Neden? Niçin? Bizim bunca emeklerimizin ve sana verdiğimiz değerin karşılığı bu mu?”

    Şebnem, bir an şaşakaldı. Ne diyeceğini bilemez bir hâle düşmüştü. Fakat sonra sohbette dinlediklerinin, ta kalbinin derinliklerinde oluşturduğu mânevî duygudan kuvvet alarak kararlı bir tavırla:

    “– Yanlış ithamlarda bulunuyorsun!”

    “– Yani bir de ben suçluyum öyle mi?”

    “– Hayır, öyle demek istemedim. Sadece beni bu kadar itham etmene mânâ veremedim.”

    “– Ya ne yapacaktım? Biz senin için o kadar uğraşalım; senin geleceğini hazırlayalım; sen ise ortalıktan kaybol! Olacak şey mi bu?”

    Şebnem, Müge’nin koluna girdi:

    “– Ne geleceği Müge! Nasıl bir gelecek? Her tarafı istifhamlarla dolu!.. Benim gelmeyişimin ise, çok geçerli bir sebebi var. Hatta birçok sebebi var. Böyle ayaküstü anlatamam. Gel eve geçelim, orada konuşuruz.”

    Birlikte eve gittiler. Müge, alaylı alaylı sordu:

    “– Neymiş bakalım bahsettiğin o çok geçerli sebepler? Eğer ciddi bir mazeretin yoksa, işte o zaman yandın…”

    Şebnem derin bir nefes aldı:

    “– Bak Müge, partiye gelemedim; çünkü katılmam gereken başka bir dâvetteydim.”

    “– Kızım, sen insanı çıldırtırsın! Mâzeretin, suçundan büyük!.. Ne davetiymiş bu?”

    “– Müge!.. Biliyorsun, hastaneden yeni çıktım. Benim için toparlanmak daha mühimdi. Bu sebeple ruhumu dinlendirebileceğim bir yere gittim. Yani mükemmel bir sohbete katıldım.”

    Müge gittikçe şaşırıyordu:

    “– Şebnem, sende anlayamadığım değişiklikler seziyorum. Sohbet mohbet de nereden çıktı? Böyle sıkıcı bir şey yüzünden mi partiye gelmedin?”

    “– Yoo hayır, aslâ sıkıcı değildi. Çok şaşıracaksın, ama o kadar huzurla doldum ki, anlatamam. Hatta senin bile orada olmanı, anlatılanları dinlemeni arzu ettim.”

    “– Lâf seninkisi!.. Yani sen kaçırdığın partiye hiç üzülmüyorsun anlaşılan! Oysa önceleri böyle bir durumda kahrolurdun!”

    “– Açıkça konuşmamı istersen, gelmediğim için şu an daha sevinçliyim.”

    Müge dargınlaştı:

    “– Aşk olsun, bunu senden hiç beklemezdim. Hem suçlu, hem de güçlü olmaya çalışıyorsun. Bugün nasıl bir fırsat kaçırdığının farkında mısın, Sen?!.”

    Şebnem’i, güya uyandırmak için omuzlarından sarstı. Eskiden olduğu gibi onu özendirmek için ballandıra ballandıra anlatmaya başladı:

    “– Sen orada olup da benim neşemi ve forsumu bir görmeliydin. Herkesin gözü üzerimdeydi. Sen gelmeyince günü benim adıma çevirdik. Öyle eğlenceli vakit geçirdik ki, tadına doyum olmaz. Yoruluncaya kadar dans ettim. Birinden birine, öbüründen öbürüne… Beğen beğendiğini… Ha, arada bir-iki kadeh de attım tabiî!.. Şu an senin kaçırdığın keyfim, orada tam yerindeydi. Kızım, dünya burası! Yaşayacaksın, gençliğin ve güzelliğin tadını çıkaracaksın!”

    Önceden olsaydı, Şebnem, böyle bir parti için Müge’ye yalvar yakar olurdu. Ancak bütün bu yalancı yaldızlar, gözünden düşmüş ve onun ruhunu sıkar olmuştu. Yüzüne de akseden bu sıkıntıyı sezen Müge burkuldu:

    “– Biz neşeden sarhoş olalım; sen de kendi içine kapanıp körü körüne yaşa, olur mu?”

    Sonra bu meseleyi hırs yaptı ve suâlinin cevabını kendi verdi:

    “– Hayır olmaz. Asla bırakmam seni!.. Düştüğün yerden çekip çıkaracağım seni. Evet, evet!.. Aynı günü bir daha tertipleyeceğiz.”

    Şebnem, tattığı huzur iklimine dair henüz bilgi ve ifade eksikliği içerinde olduğundan dolayı, hâlini anlatamamanın derdi içinde Müge’nin sözünü kesti:

    “– Boşuna yorulma; yoksa hazırlayacağın gün, yine senin üzerine kalır.”

    Şebnem, Müge’nin yersiz ısrarları karşısında artık daha temkinli ve düşünceli idi. Onun, kendisini nasıl bir atlama taşı yaptığını bir kez daha kavramıştı. Müge’ye râm olduğu takdirde, onun karanlık dünyasında nefsânî arzuların sermâyesi olacak, belki de nice zehirli kadehlerin mezesi hâline gelecekti. Böyle bir uçurumdan kendisini kurtaran Rabbine hamdetti. Nur Hemşire ile Yunus Dede’ye de minnet içinde «Allah onlardan razı olsun!» dedi.

    Müge ise, onun bu kararlı tutumuna bir türlü akıl erdiremiyordu:

    “– Deli misin kız?”

    “– Hayır Müge!.. Aksine akıllanmaya başladım. Sana bir türlü anlatamıyorum, fakat gönlüm, artık o bahsettiğin şeylerden el çekmiş durumda... Bu fânî hayatı, boş aldanışların sahte yaldızları için hebâ edemem.”

    Müge, duyduklarını bir türlü anlayamıyor, daha doğrusu hazmedemiyordu:

    “– Ne aldanışı? Kızım eğlenmedikten ve tadını çıkarmadıktan sonra yaşamanın ne mânâsı var ki! Kaçırdığın fırsatların farkında değilsin. Kızım, insan bu dünyaya bir kere geliyor!..”

    İşte Şebnem’in ifade etmek istediği zaten buydu:

    “– Ben de onu diyorum ya! Dünyaya bir daha gelmeyeceğiz, gittik mi de dönmeyeceğiz. Onun için geride kalana göre değil, ileride bizi bekleyen istikbâle göre yaşamalıyız, çünkü ileridekini yaşayacağız. Çünkü esas hayat, ötelerdeki hayat…”

    “ – Ben ilerisini gerisi bilmem, tadını çıkardığım zamana bakarım.”

    “– Zaman… O, bizi sürekli ileriye taşıyan bir vâsıta. Onu tam anlayabilirsek, bahsettiğim gerçek daha da netleşir.”

    “– Nasıl yani?”

    “– Çünkü zaman denilen şey, ne ödünç verilebilir, ne de borç alınabilir! Gitti mi bir daha geri dönmez, gideni de geri döndürmez. Bak, bu fânî ömür; her gün dünyaya binlerce geliş ve her gün dünyadan binlerce gidişin hicranlı köprüsü değil de nedir? Böyle bir köprünün üstünde bir anlık vakitte, insan nasıl olur da aldanış içinde yaşar?”

    Fakat Şebnem ne dese, Müge’nin kulağına girmiyordu:

    “– O yaptığından sonra bir de şimdi beni itham mı ediyorsun? Ne aldanışı kızım?”

    “– Niçin düşünmek ve anlamak istemiyorsun? Bastığın toprağı düşün. Bak, âdeta üst üste çakışmış milyonlarca gölge yığını… Her adımda, belki toprak terkibine dönmüş milyonlarca ceset çiğniyorsun. Tabiî, onlar şimdi ceset değil, sadece toprak. Yani bastığın bu toprağın harmanı, nice cesetlerle dolu!.. Önemli olan ruhların nerede olacağı? Yani birgün solup gidecek ve toprak olacak cesede değil, ebediyet yolcusu olacak olan ruha yönelmeli... Bunun için hayatta iken yalancı ve aldatıcı yaldızların boş saltanatına kanma ki, yarın toprak altı horluğuna düşmeyesin…”

    Bu kararlı ve içi dolu sözler karşısında, Şebnem’i, parti için artık ikna edemeyeceğini anlamanın verdiği gerginlikle Müge iyice sinirlendi. Dün kendisinin gölgesi olan kimsesiz, fakir ve sıradan bir kızın, bugün başına alt edemeyeceği bir nasihatçi ve yol gösterici kesilmesi, onu çileden çıkarmıştı. Söylenenleri birazcık olsun düşünüp de arkadaşını anlamaya çalışacağı yerde, kabaran gururu, arsız ve şımarık hâliyle Şebnem’e tepeden hakir gözlerle bakarak zehir zemberek konuştu:

    “– Zavallı kız! Anladım ki, benim gibi zengin birinin senin gibi yetimle arkadaşlığı tam bir enayilikmiş! Ananın-babanın ve parasızlığının acısını hissettirmeyelim dedik, suç oldu. Üstelik paran yok diye kıyafetlerini bile ben aldım. Ne sohbeti, ne nasihati bu yaşta? Güzelsin, fakat kafan örümceklenmiş. Şimdi ben arkadaşlara, Şebnem, partiye sohbet yüzünden gelmedi desem, millet güler mi yoksa sana acır mı, bilemiyorum. Ne diyeyim, kendine yazık ediyorsun!..”

    Sonra ayağa fırladı ve kapıya yöneldi. Şebnem arkasından buruk ve şaşkın bir hâlde seslendi:

    “– Müge!”

    Öfkeden boğulan Müge, sert bakışlarla son kez Şebnem’e baktı ve:

    “– Bana eyvallah artık. Mademki benim hayat rotamın dışına çıktın, sana sonsuza kadar elvedâ!.. Senin için bütün yaptıklarıma da eyvahlar olsun!..” dedi ve kapıyı çarparak çıktı gitti.

    Şebnem donakaldı. Ne yapacağını şaşırdı. Beyni şiddetli bir şekilde zonklamaya başladı. Aralarında hiç su sızmayan arkadaşının kendisine sarf ettiği son cümleler, başına vurulmuş balyozlar gibiydi. Bu aşağılayıcı ifadeleri söyletecek ne yapmıştı ki!.. Başına kakılan iyilikler, horlanan yetimliği ve fakirliği, henüz gönlü küçük bir tomurcuk olan Şebnem’i tahrip etti. Boğazına bir şeyler düğümlendi. Yutkundu. Olmadı. Bütün vücudu titremeye başladı. Sonra birden boşanan yağmur gibi hıçkırdı, hıçkırdı, hıçkırdı…

    Gözyaşlarını durduramayan Şebnem, söylenenleri düşündükçe bunalıyordu. «Aman Allâh’ım, ne yapacağım?» diyordu.

    Biraz durulduğunda odasına geçti. Beynini dağıtan hakaret ve horlama fırtınalarını dindirmek için uyumayı denedi. Uyuyamadı. Rafındaki tek kitabına baktı. Nur Hemşire vermişti. Belki, biraz ferahlarım, diyerek eline aldı. Rastgele açtı. Karşısına çıkan yazı bir anda dikkatini çekti:

    “Hangisi Daha Gerçek: Hayat mı, Ölüm mü?”
     
  2. Eylül

    Eylül Moderatör

    Okumaya başladı:

    “Dünya hayatı ne kadar gerçek? Öğrenmek mi istiyorsunuz? O hâlde bunu, görmüş geçirmiş ve dünya üzerinde, sizden daha fazla tecrübeye sahip olmuş bir ihtiyara sorun. Sorun ona: «Bu dünyada kaç sene yaşadın?» diye... Şöyle cevap verecektir:

    «Hesaplarsak, 80-90 sene diyorlar. Ancak; hiç de öyle değil... Sanki daha dün doğmuşum ve bugün de göçüp gitmek üzereyim. Beraber gün geçirdiğimiz dostlar, ahbaplar, hepsi birer hayâl oldu. Sanki hiç yaşamamışım. Sadece bir anlık rüya görmüş gibiyim.»

    Ona tekrar sorun: «Peki, bu dünya sana ne verdi?» diye. Bu kez de şu cevabı alacaksınız:

    «Bu dünya bana, ağrı ve sızıyla dolu şu iki büklüm beli verdi. Görmekten âciz kalmış iki göz, lâyıkıyla işitmesini kaybetmiş iki kulak ve feri kesilmiş, titreyip duran iki diz verdi. Buruş buruş olmuş bir ten ve kurak topraktan farkı olmayan bir yüz verdi. Ama anladım ki, bunlar bile kalmayacak bana; ya bugün ya yarın bu saydıklarım da alınacak elimden... Bakmakla gözleri şenlendiren nice güzellik ve cemal sahibi insanlar tanıdım ben. İstersen, şimdi git gör onları; mezarda çürüyüp un-ufak olmuş yüzlerine bakmaya birkaç saniye olsun tahammül edebilecek misin?»

    Evet, bu dünya hayatının gerçeği işte bundan ibarettir. Bakınız, Yûnus’umuz ne demiş:

    Yalancı dünyâya konup göçenler,

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

    Üzerinde türlü otlar bitenler,

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

    Kiminin başında biter ağaçlar,

    Kiminin başında sararır otlar,

    Kimi mâsûm kimi güzel yiğitler

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!...

    Toprağa gark olmuş nâzik tenleri,

    Söylemeden kalmış tatlı dilleri,

    Gelin duâdan unutman bunları

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

    Kimisi dördünde, kimi beşinde,

    Kimisinin tâcı yoktur başında,

    Kimi altı, kimi yedi yaşında,

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

    Kimisi bezirgân, kimisi hoca,

    Ecel şerbetini içmek de güç a!

    Kimi ak sakallı, kimi pîr koca

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

    Yûnus der ki, gör takdîrin işleri,

    Dökülmüştür kirpikleri, kaşları,

    Başları ucunda hece taşları,

    Ne söylerler, ne bir haber verirler!..

    Bu hâlde soruyorum sizlere: Hangisi daha gerçek; ölüm mü hayat mı?

    Cevap kendinden belli... Ancak insanlar, bunu bile bile nasıl hâlâ bu dünya hayatına râm olabiliyor ve zevk u sefâhet içinde kendilerini tüketebiliyorlar? Şaşılası bir durum değil mi? Mevlânâ Hazretleri, Mesnevî-i Şerîfi’nde bununla alâkalı olarak şunları söylemekte:

    «Dünya hayatı bir rüyadan ibarettir. Dünyada servet ve makam sahibi olmak, rüyada define bulmaya benzer. Dünya malı, nesilden nesle aktarılır, yine dünyada kalır. Esas meziyet; malı, canı ve makamı doğru kullanmayı bilip âhiret sermayesi yapabilmektir.

    Bunu bilmediğin için sen, yalnız geceleri uyumuyorsun ki!.. Gündüz de bir başka çeşit uykudasın, bir nevî rüya görüyorsun. Sen aslında bir gölge varlıksın; gölge teferruattandır. Asıl olan ay ışığıdır, yâni sen de dâhil, kâinat, bütün varlıklar gölge gibidir; asıl var olan, bu kâinatın tek sahibi olan Cenâb-ı Hak’tır.

    Bu inançta olmayan mânâ körleri, her adımda kuyuya ve çamura düşmek korkusu içindedir. O zavallı binlerce korku ile yol alır.

    Hakîkati gören Hak dostları ise, ömür yolunun başını da, sonunu da görür. O yoldaki çukurları ve kuyuları tanır…» ...”

    Bu okuduklarından sonra Şebnem, derin bir nefes aldı. Fakat içindeki sızı, kanamaya devam ediyordu. Hâlâ çaresizdi. Ömründe hiç duymadığı kelimeler, yüreğini parçalamıştı. Okuduklarını düşünerek aldırmamaya çalıştı. Ama nâfile! Ne yapsa olmuyordu.

    Ertesi gün yine aynı hâldeydi. Önceki günün sohbet neşesinden üzerinde hiçbir iz kalmamıştı. Âdeta tekrar harap olmuştu. Öğlene doğru yine gözlerine hücum eden yaşlar, tâkatini iyice kesti.

    “– Bir tesellî!..” dedi; “Küçük bir tesellî…”

    Sonunda bu fırtınayı, kendi kendine atlatamayacağını anlayınca, soluğu Nur Hemşire’nin yanında aldı.

    Yolda kendisini zor tutan Şebnem, onun yanına varır varmaz yine ağlamaya başladı. Bir yandan ağlıyor, bir taraftan da Müge ile aralarında geçen konuşmayı anlatıyordu. Nur Hemşire, yerinden kalkarak Şebnem’in yanına oturdu ve sesini çıkarmadan bir müddet onu dinledi. Şebnem konuştukça rahatladı, sâkinleşti. O biraz sâkinleşince, Nûr Hemşire tane tane konuştu:

    “– Şebnem, bak, sen doğru olanı yaptın. Müge, senin arkadaşın olabilir; fakat iyice anladın ki, onun seni içine çekmek istediği hayat, hiç de güzel ve güvenli bir hayat değil. O hayatın duvarları, nefsânî hazlarla örülmüş. Orada seni zehirlemek isteyen güler yüz maskeli, yalancı sûretler var!.. Müge de henüz bunun farkında değil. Bu hayatın gerçek yüzünün ne olduğuna dair sağlıklı bir fikri yok. Bu şekilde sana iyilik yaptığını zannedebilir. Fakat bütün bu yaptıkları sana kötülükten başka bir şey vermez.

    Müge’nin hakaretleri, ruhu bomboş olanların söyledikleri basit nakaratlardan ibaret.. Seni fakirlik ve yetimlikle küçük ve hor görmesi, kendi zavallılık ve horluğunun ifadesi... Çünkü onun horladığı hususlar, insanoğluna apayrı şerefler kazandırmıştır. Meselâ bak; peygamberler insanların en zirveleridir. Böyle olmalarına rağmen her biri türlü türlü çile çemberinden geçmiştir. Peygamber Efendimiz’in de evinde günlerce sıcak bir aşın olmadığı zamanlar çoktur. Üstelik Cenâb-ı Allah, yetimlerin mahrumiyetini telâfî ve onlara izzet kazandırmak için o en sevgili kulunu yetim olarak dünyaya göndermiştir. Yani kâinâtın en asil insanı, bir yetimdi ve O yetim, bütün kâinâta rahmet oldu.

    Yani demek istediğim, sakın Müge’nin basit ve zavallı sözleri seni üzmesin. Hem Cenâb-ı Hak, âyet-i kerîmede ne buyuruyor:

    “Rahmân’ın (hâlis) kulları, câhiller kendilerine sataştığı vakit (onlara incitmeksizin) «selâmetle» derler.” (el-Furkan, 63)

    Sen de, o bu şekilde konuşunca aldırmamaya bak; onun sözlerini tebessümle geçiştir. Bak, sana iki adet güzel söz söyleyeceğim. Böylesi durumlarda bu sözler hatırına gelsin. Söyleyeceğim bu sözler, önceden beri tekkelerin, dergâhların duvarlarına levha yapılıp asılırdı. Bir sıkıntıyla karşılaştığında: «Bu da geçer yâ Hû!» de!.. Birisi haddini aşarak senin kalbini kırdığında ise, «Hoş gör yâ Hû!» de!.. Müge ile bir daha konuşacak olursan, durumu ona tatlı bir dille anlatmayı dene. Belki ilk sıralar seni dinlemeyecek ve yine kalbini kıracaktır. Ama inşallah o da bir müddet sonra seni anlamaya başlar.”

    Nur Hemşire’nin bu sözleri Şebnem’in yüreğini biraz ferahlatmıştı. Ancak yine de ıstırabı tam dinmemişti. Belki kalan ıstırabın çaresi de Yunus Dede’de idi. Yalvaran gözlerle Nur Hemşire’ye baktı:

    “– Ablacığım, beni Yunus Dede ile de tanıştırır mısın? Onun söyleyeceği her söze öyle muhtacım ki…”