Tevbe suresi hakkında bilgi

Konusu 'Kuran-ı Kerim ayetleri' forumundadır ve Adile tarafından 5 Ocak 2018 başlatılmıştır.

  1. Adile

    Adile Admin

    TEVBE SÛRESİ

    (سورة التوبة)
    Kur’an-ı Kerim’in dokuzuncu sûresi.


    Tamamı Medine’de nazil olan son sûredir. 113. ayetle son iki ayetin Mekke’de indiği yolundaki rivayet çoğunluğun görüşüyle bağdaşmamaktadır (İbn aşûr, X, 6-7). Adını 117 ve 118. ayetlerde geçen “tevbe” kavramından almıştır. Bunun yanında sûrede müşrik ve münafıkların tuttukları yanlış yoldan dönerek tövbe etmelerinin gerekliliğinden söz edilmesi bu isimle anılmasına sebep teşkil etmiştir. Sûre, “hiçbir sorumluluk kabul edilmeyeceğine dair bildiri” anlamına gelen ilk kelimesi beraetten dolayı Berae adıyla da anılmış, muhtevasında münafıklardan uzunca bahsedilerek iç yüzlerinin ortaya konulması ve taktiklerinin anlatılmasından dolayı onu aşkın başka isimlerle de adlandırılmıştır (alûsi, X, 329-330; İbn aşûr, X, 5-6; Elmalılı, III, 2442). 129 ayet olup fasılası “ب، ر، ل، م، ن” harfleridir; bunların ilk üçü altı ayetin sonunda yer almıştır. Sûrenin başında besmele yer almamaktadır. Bunun sebebiyle ilgili, Enfal sûresinin devamı olup ikisinin tek sûre sayıldığı, sûrede daha çok savaştan bahsedildiği, besmelenin ise rahmet ve şefkat özelliği taşıdığı için muhteva ile uyuşmadığı yönünde bazı açıklamalar yapılmıştır. Ancak Kurtubi’nin de belirttiği gibi (el-CamiǾ, VIII, 40-41) bu konuda en isabetli görüş şu olmalıdır: Hz. Peygamber yeni nazil olan ayet ve sûrelerin hangi ayet ve sûrenin yanına konulacağını belirliyor, bu arada besmeleyi de zikrediyordu. Tevbe sûresinin Enfal’den sonra kaydedilmesini emretmiş, fakat besmele yazılmasından söz etmemiştir. Resûlullah sûrenin nüzûlünden bir yıl sonra vefat etmiş ve Halife Osman döneminde Kur’an ayetleri mushaf haline getirilirken de Tevbe sûresinin başında besmele yazılmamıştır (krş. Tirmizi, “Tefsir”, 9/1).

    Tevbe sûresinin muhtevasını müslüman hakimiyetinin ilan edilmesi, münafıkların ve samimi müminlerin niteliklerinin anlatılması şeklinde üç bölüm halinde ele almak mümkündür. 8 (630) yılında Mekke’nin fethedilmesiyle Arabistan yarımadasında İslam hakimiyetinin sağlanmasında çok önemli bir merhale katedilmişse de yarımadanın çeşitli yerlerinde direnişler devam ediyor, müslümanlarla aynı coğrafyada yaşayan ve kendileriyle antlaşmalar yapılan bazı müşrik grupları da bulunuyordu. Fetihten yaklaşık on dört ay sonra (Zilkade-Zilhicce/Mart 631) Hz. Ebû Bekir yönetiminde düzenlenen ilk İslami haccın ifa edilmesi niyetiyle müslümanların Medine’den yola çıkmasının ardından Tevbe sûresi inmiş, Resûl-i Ekrem sûrenin özellikle müşrikleri ilgilendiren hükümlerinin tebliği için arkadan Hz. Ali’yi göndermişti. Sûrenin ilk bölümünü oluşturan ayetler onun bu tebligatı çerçevesine girer. “Allah ve resulünden antlaşma yaptığınız müşriklere açık bildiri” diye başlayan sûrenin bu ayetlerinde müslümanlarla puta tapanların dini, siyasi ve sosyal konumlarının bundan böyle tamamen birbirinden ayrılacağı ifade edilir. Buna göre aralarında antlaşma bulunan gruplarla antlaşma müddetince, diğer müşriklerle o günden itibaren dört ay süreyle barış hali devam edecek, antlaşma şartlarına uyup düşman saflarında yer alan kimselere destek vermemek kaydıyla müşriklere savaş açılmayacaktır. Bunun yanında putperestlikten dönüp iman eden, namaz kılıp zekat veren herkes dokunulmazlığa sahip olacak, kendi inancına bağlı kalmakla birlikte müslümanların ülkesine -seyahat amacıyla- girmek isteyenlere de güvence verilecektir (ayet: 1-6). Bu ayetlerin ardından müşriklerin müslümanlara karşı samimi davranmadıkları, ahid ve antlaşma tanımadıkları belirtilir. Bununla birlikte tuttukları yoldan vazgeçip iman ettikleri, namaz kılmayı ve zekat vermeyi kabul ettikleri takdirde (Matüridi, VI, 292-293, 302-303) müslümanların din kardeşleri sayılacak, fakat antlaşmaları bozup İslamiyet’e dil uzatanlara savaş açılacaktır. Bu arada küfür ve inkarda ısrar eden putperestlerin camilerin ve Mescid-i Haram’ın hizmetinde bulunamayacakları, bu hakkın Allah’a ve ahiret gününe iman edip namaz kılan, zekat veren ve Allah’tan başka hiçbir kimseden korkmayanlara ait olduğu vurgulanır. Daha sonra İslamiyet’in yayılıp yerleşmesi ve gönüller üzerinde hakimiyet kurması için elden gelen gayretin (cihad) sarfedilmesinin önemi üzerinde durulur, ebedi saadete bu nitelikleri taşıyanların erişeceği belirtilir. Bu idealin baba, oğul, kardeş, eş ve yakın akraba sevgisinden, servet, ticaret ve konforlu mesken arzusundan üstün tutulması gerektiği anlatılır (ayet: 7-27). Ardından müminlere hitap edilerek manevi kire bulanmaları yüzünden müşriklerin bundan böyle Kabe’ye yaklaşamayacağı bildirilir. Allah’ın birliğine ve ahiret gününe inanmayan, Allah’ın ve resulünün haram kıldığını haram tanımamak suretiyle hak dini reddeden, Üzeyir’i ve isa’yı Allah’ın oğlu diye tanımlayan yahudi ve hıristiyanlardan oluşan Ehl-i kitap’la da cizye vermeyi kabul etmelerine kadar savaşılması emredilir. Bu iki zümrenin bilginlerini, rahiplerini ve Meryem oğlu isa’yı Allah’tan başka rab edindikleri, böylece şirke düşerek Allah’ın nurunu söndürmeye çalıştıkları, fakat bunu asla başaramayacakları, İslamiyet’in bütün dinlere hakim olacağı ifade edilir; yahudi ve hıristiyan din adamlarından çoğunun haksız yere insanların mallarını yedikleri belirtilir. Birinci bölümün sonunda savaşın yasaklandığı haram ayların ve dolayısıyla diğer zaman dilimlerinin takvimdeki yerlerinin değiştirilmemesinin gerektiği vurgulanır (ayet: 28-37). Hz. Ali’nin İslam tarihinin ilk hacı adaylarına, ayrıca son defa müslümanlarla birlikte kendi inançlarına göre hac yapan müşriklere tebliğ ettiği hükümler şunlardır: a) Cennete sadece hak dine inananlar girecek; b) Bu hac mevsiminin bitiminden itibaren müslüman olmayan kimseler Mescid-i Haram’a yaklaşmayacak; c) Artık Kabe çıplak olarak tavaf edilmeyecek; d) Müslümanlarla antlaşması bulunanlara belirlenen sürenin sonuna kadar güvence verilecek, antlaşması olmayanlara da dört ay süre tanınacaktır (Müsned, I, 79; Tirmizi, “Tefsir”, 9; İbn Kayyim el-Cevziyye, III, 519-520).

    Tevbe sûresinin ikinci bölümü, o zamanki müslüman toplumun iç problemleri ve bu problemlerin başında yer alan münafıklar hakkındadır. 9 (630) yılında 40.000 kişilik bir Bizans ordusunun müslümanları imha etmek amacıyla hazırlığa başladığı yolundaki haberlerin ulaşması üzerine Hz. Peygamber askeri harekat hazırlıklarına başladı. Ancak bazı müslümanlar bu zor sefere katılmakta isteksiz görünüyor ve işi yavaştan alıyordu. Bölümün ilk ayetlerinde sitem, tehdit ve özendirme unsurları taşıyan ifadelerle bu probleme temas edildikten sonra (ayet: 38-41) önceki yıllardan itibaren müslüman görünmekle birlikte İslamiyet’i gönülden benimsememiş ve müslüman topluma ısınamamış münafıkların Tebük Seferi münasebetiyle sergiledikleri davranışlar ve onların ruhsal portreleri anlatılır. Münafıkların Allah’a, resulüne ve ahiret gününe inanmadıkları, namaza üşenerek geldikleri, toplum yararına yapılması gereken harcamaları istemeyerek yerine getirdikleri, meşrû mazeretleri bulunmadığı halde yalan söyleyip sefere katılmamak için izin istedikleri, esasen katılsalar da bozgunculuktan başka bir şey yapmayacakları bildirilir (ayet: 42-54). Münafıkların mal ve evlat sahibi olmalarına imrenilmemesinin gerektiği, bu dünya imkanlarının onlar için bir sıkıntı sebebi ve küfürle can vermelerine bir vasıta niteliği taşıdığı ifade edildikten sonra onların zenginliklerine rağmen zekattan pay almak istedikleri, öte yandan Allah ile, resulü ile ve O’nun ayetleriyle alay ettikleri halde aksini ileri sürüp ant içtikleri belirtilir. Burada münafık erkeklerle münafık kadınların aynı ruhi ve ahlaki özelliklere sahip olduğu, kötülüğü özendirip iyiliğe engel olmaya çalıştıkları, sosyal harcamalarda cimri davrandıkları, dolayısıyla Allah’ı unuttukları, bu sebeple ebediyen cehennemde kalacakları haber verilir (ayet: 55-68). Buna karşılık mümin erkeklerle mümin kadınların ortak bir ruhsal yapıya sahip bulundukları ve iyiliği emredip, kötülükten sakındırdıkları, namaz kılıp zekat verdikleri, Allah’a ve resulüne itaat ettikleri, bunun sonucunda Allah’ın rahmetine, cennet nimetlerine ve en büyük mutluluk olan Allah rızasına kavuşacakları anlatılır (ayet: 71-72). Hz. Peygamber’e ve müslümanlara kafirlerle münafıklara karşı cihad etmeleri, bu sırada onlara sert davranmaları emredilir; Resûlullah’tan münafıklar için hiçbir şekilde af dilememesi ve onlar için dua etmemesi istenir. Hastalık veya güçsüzlüklerinden dolayı, ayrıca mali imkanları bulunmadığından Tebük Seferi’ne katılamayanların vebalinden söz edilemeyeceği belirtilir; Medine’de ve çevresinde oturanlar arasındaki münafıkların yanı sıra çeşitli bölgelerde bedevi Araplar’dan da münafıkların türediği bildirilir. İslamiyet’i ilk benimseyen muhacirlerin, ensarın ve bu iki zümreye güzellikle uyan bütün müslümanların büyük nimetlere nail kılınacağı beyan edilir (ayet: 100). Bu arada Tebük Seferi’ne tembellikleri yüzünden katılmayan ve günahlarını itiraf eden üç kişinin affedileceği müjdesi verilir. Nifak ehlinin müslümanlara zarar vermek gayesiyle Kuba Mescidi’nin karşısında yaptırdıkları mescide temas edilerek Resûlullah’a o mescide hiçbir şekilde girmemesi emredilir (bk. MESCİD-i DIRaR).

    Üçüncü bölüm müminlere ve onların vasıflarına dair olup burada “alışveriş” kavramı kullanılarak Allah ile müminler arasında yapılan bir anlaşmadan söz edilir. Buna göre müminler Allah yolunda gerektiğinde öldürme ve öldürülmeyi göze alarak cihad edecek, Allah da onları cennete koyacaktır. ayette bu anlaşmanın Tevrat’ta, İncil’de ve Kur’an’da yer aldığı belirtilir ve alışverişleri sebebiyle tebrik edilmeye layık görülen müminlerin nitelikleri şöyle sıralanır: İşledikleri hatalardan dolayı tövbe edenler, ibadetlerini samimiyetle yerine getirenler, Allah’a hamdedip şükürde bulunanlar, İslamiyet’i yaymak için seyahat edenler, rükûa ve secdeye varanlar, iyiliği yaptırmaya ve kötülükten sakındırmaya çalışanlar, Allah’ın koyduğu sınırları koruyup onları aşmayanlar. Küfürle imanın hem düşünce hem realite bakımından bütün açıklığıyla birbirinden ayrılmasından sonra ne peygamberin ne de müminlerin puta tapanlar için af dileyebileceği vurgulanır. Ardından Hz. Peygamber’in, muhacirlerin ve ensarın, sıkıntılı Tebük Seferi’nde Resûlullah’ın yanında yer alanların ve mazeretsiz sefere katılmadıkları halde dürüstlükten ayrılmayan, müslümanların kendileriyle elli gün boyunca konuşmadığı üç sahabinin (Buhari, “Meġāzi”, 79; Müslim, “Tevbe”, 53; İbn Hişam, II, 531-537) affedildiği bildirilir. Bu ilahi beyanın bir tövbe yenilemesi ve bir veda özelliği taşıdığını söylemek mümkündür; zira Resûl-i Ekrem’in dünya hayatı bir yıl içinde nihayete ermiştir. Daha sonra müminlere hitap edilerek Allah’a karşı saygılı davranmaları ve sadakat sahibi kimselerden ayrılmamaları istenir. Medine’de ve çevresinde yaşayan müslümanların seferden geri kalıp Resûlullah’ı yalnız bırakmalarının ve onun yanında yer alacağına kendi nefislerini düşünmelerinin doğru olmadığı ifade edilir. Müminlerin İslam’ı yayarken karşılaşacakları zorlukların, çekecekleri zahmetlerin, yapacakları mali fedakarlıkların Allah nezdinde salih amel kabul edileceği belirtilir. Öte yandan müminlerin tamamının sefere çıkmaması ve bazı grupların geri kalıp dini hükümleri öğrenmesi için kendilerini ilme adamalarının gerektiği vurgulanır. Ardından yine münafıkların bazı tavırlarına işaret edildikten sonra bütün müslümanlara hitap edilerek kendi içlerinden kendilerine bir elçinin geldiği, onun müslümanların özellikle ebediyet aleminde sıkıntıya düşmesinden büyük üzüntü duyduğu, herkesin hidayete kavuşmasını şiddetle arzu ettiği, müminlere karşı çok şefkatli ve çok merhametli olduğu ifade edilir. Son ayette Resûl-i Ekrem’e bunca gayretlere rağmen bazı insanların gerçeği benimsemekten yüz çevirmeleri durumunda şöyle demesi emredilir: “Allah bana yeter; O’ndan başka ilah yoktur; yalnız O’na dayanıp O’na güveniyorum. Yüce arşın rabbi ve üstün hakimiyetin sahibi O’dur” (ayet: 111-129).

    Tevbe sûresinde iman, nifak ve şirkten doğan davranışlar anlatılarak bunları benimseyenler psikolojik tahlile tabi tutulmuş, her birine ait hükümler belirtilmiş ve değerlendirmeler yapılmıştır. Sûrede “cihad”, “kıtal” ve “nefr” kavramlarıyla müslümanlar savaşa teşvik edilmiştir. Bu da İslamiyet’in Arabistan yarımadasına yayıldığı o dönemde yarımadanın içinde direnişlerin, dışında da müslüman varlığına karşı tehditlerin mevcudiyetini gösterir. Nitekim Hz. Peygamber’in son günlerinde bazı hareketler ortaya çıkıp vefatının ardından devam etmiştir. Tevbe sûresinin Hz. Peygamber’e verilen ve Tevrat’ın muhtevasının tamamına denk gelen yedi sûreden (seb’i tıval) biri olduğu (Müsned, IV, 107), Hz. Ömer’in erkeklerin Tevbe sûresini öğrenmeleri, kadınlara da Nûr sûresinin öğretilmesi yönünde talimat verdiği (İbrahim Ali, s. 224-225, 244-245) bilinmektedir. Bazı hadis kitaplarında yer alan, “Kur’an bana ayet ayet, harf harf nazil olmuştur; ancak Berae sûresiyle “Kul hüve’llāhu ahad” müstesna; bu iki sûre nazil olurken beraberinde 70.000 saf melek bulunuyordu” mealindeki hadis (Zemahşeri, III, 111; Beyzavi, II, 216) sabit görülmemiştir (Zemahşeri, I, 684; İbrahim Ali, s. 462).

    Abdullah Muhammed Hüseyin ez-Za‘bi, ǾAlaķatü’l-müslimin bi-ġayrihim kema caǿet fi sûreti’t-Tevbe adıyla bir yüksek lisans çalışması yapmıştır (1403, Muhammed b. Suûd İslam Üniversitesi Medine İslami Davet Yüksek Enstitüsü). Kamil Selame ed-Daks el-ǾAlaķatü’d-devliyye fi’l-İslam Ǿala đavǿi’l-iǾcazi’l-beyani fi sûreti’t-Tevbe (Cidde 1395/1975) ve Abdurrahman Abdullah el-Muhammedi el-Cihad fi đavǿi sûreti’t-Tevbe ismiyle birer eser kaleme almışlardır. Uri Rubin, “The Great Pilgrimage of Muhammad: Some Notes on Sūre IX” adlı makalesinde Tevbe sûresinin 3. ayetinde geçen “el-haccü’l-ekber” terkibini tahlil etmiş (JSS, XXVII/2 [1982], s. 241-261), “Barā’a: A Study of Some Quranic Passages” başlıklı yazısında da Hz. Peygamber’in çeşitli kabilelerle yaptığı antlaşmaları ifade eden ayet ve hadisleri değerlendirmek suretiyle “berae” kelimesinin manasını tartışmıştır (Jerusalem Studies in Arabic and Islam, V [1984], s. 13-32). Şehid-i Sani, Tefsirü’ş-Şehidi’ŝ-Ŝani adlı eserinde besmelenin geniş bir açıklamasıyla Tevbe sûresinin 100. ayetinin tefsirini yapmış (DİA, XXXVIII, 440), Ahmed Rafi‘ et-Tahtavi, Bulûġu’s-sûl fi tefsiri “le-ķad caǿeküm resûl” adlı eserinde sûrenin 128. ayetini tefsir etmiştir (Kahire 1305).