Tasavvufi Düşüncenin Dini ve Fikri Temelleri

Konusu 'Dini bilgiler' forumundadır ve Lasey tarafından 9 Ocak 2016 başlatılmıştır.

  1. Lasey

    Lasey Admin

    İslam, müminlerin dünya hayatına ve maddî zevklere dalmamalarını, ahirete ve manevî değerlere öncelik vermelerini ister. Yüce Allah şöyle buyurur: "Azgınlaşan ve dünya hayatını tercih edenin gideceği yer cehennemdir" (en-Naziat 79/38). "Siz dünya hayatını tercih ediyorsunuz ama ahiret hayatı daha hayırlı ve daha kalıcıdır" (el-A‘la 87/16). Tasavvufta dünya hayatına ahiret hayatı kadar veya daha fazla önem vermemek esastır. Bu nokta Kur'an-ı Kerîm'de ve hadîs-i şeriflerde de kuvvetle vurgulanmıştır. Allah Teala buyurur:

    "Dünya hayatı aldatıcı bir metadan başka bir şey değildir" (al-i İmran
    3/185). "Doğrusu dünya hayatı ancak bir oyun ve eğlencedir" (Muhammed 47/36). "Allah'ın vaadi haktır, sakın dünya hayatı sizi kandırmasın ve şeytan Allah'ın affına güvendirerek sizi aldatmasın" (Lokman 31/33). "Dünya menfaati önemsizdir, takva sahipleri için ahiret daha hayırlıdır" (en-Nisa 4/77). "Şu dünya hayatı sadece bir oyun ve eğlencedir, ahiret ise gerçek bir hayattır" (Ankebût 29/64). "Dünya hayatı sadece bir oyun, bir eğlence, bir süs, aranızda bir öğünme vesilesi ve daha çok servet ve evlada sahip olma yarışıdır" (el-Hadîd 57/20). "Mal ve evlat dünya hayatının süsüdür. Kalıcı olan iyi işler ise hem sevap olması bakımından hem de ümit bağlanması bakımından Rabbinin nezdinde çok hayırlıdır" (el-Kehf 18/46).

    Kur'an-ı Kerîm birkaç yerde dünya hayatını temsille anlatmıştır: "Onlara şunu misal ver: Dünya hayatı gökten indirdiğimiz bir yağmura benzer. Bu sayede yeryüzünde biten bitkiler birbirlerine karışmış, sonra kurumuş, rüzgarın savurduğu çerçöp haline gelmiştir. Allah'ın gücü her şeyin üstündedir" (el-Kehf 18/45; al-i İmran 3/117; Yûnus 10/24; el-Hadîd 57/20).

    Kur'an-ı Kerîm'e göre insan dünyadan çok ahireti istemelidir: "Kim ahiret yararını isterse ona bunu fazlasıyla veririz, kim dünya yararını isterse ona da dünyadan bir şeyler veririz, ama ahirette bir nasibi olmaz" (eş-Şûra 42/20; el-Bakara 2/200; al-i İmran 3/145; Hûd 11/15). Kısaca servetler, kazançlar, zenginlikler ve her çeşit nimetler ahirette ve Allah katında bol bol mevcuttur (bk. en-Nisa 4/94).

    Hadîs-i şeriflerde de aynı hususların sıklıkla ifade edildiği görülür: "Dünyada bir garip veya yolcu gibi yaşa, kendini kabirde yatanlardan say" (Buharî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25; İbn Mace, “Zühd”, 6). "Dünyaya karşı soğuk olanı Allah, halkın malına göz dikmeyeni insanlar sever" (İbn Mace, “Zühd”, 1).

    "Kabirleri ziyaret ediniz. Zira bu, sizi dünyadan soğutur, ahirete ısındırır" (İbn Mace, “Cenaiz”, 47). Hz. Peygamber dünyanın gösteriş ve çekiciliğine kapılmanın muhtemel tehlikeleri konusunda ümmetini uyarmıştır (Buharî, “Rikak”, 3; Tirmizî, “Zühd”, 25).

    Hz. Peygamber şahsen yukarıda anlatılan ilkelere uygun olarak yaşamış; dünya malına tamah etmemiş, maddî zevkler peşinde koşmamış, daima ahiret hayatına öncelik vermiş ve onu üstün tutmuştur. Şöyle buyurmuştur: "Uhud dağı kadar altınım olsa, borcumu ödemek için bundan ayıracağım miktar hariç, altınların üç günden fazla yanımda kalmasını arzu etmezdim" (Buharî, “Zekat”, 4; Müslim, “Zekat”, 31).

    Hz. Peygamber vefat edince altın, gümüş miras bırakmadı. Bıraktığı miras beyaz bir katır, bir silah ve vakıf arazisinden ibaretti (Buharî, “Vesaya", 1).

    Hz. Peygamber sade ve mütevazi bir hayat yaşamış, hiçbir zaman dünya nimetlerinin cazibesine kapılmamış, ganimet malları sebebiyle müslümanların elleri az çok genişlediği halde o eski yaşama biçimini sürdürmüş, öbür müslümanlar düzeyinde bir hayata kavuşmak isteyen hanımlarına küsmüş ve onlardan dünya ile kendisi arasında bir tercih yapmalarını istemişti (bk. el-Ahzab 33/28; Buharî, “Tefsîr”, 66; Müslim, “Talak”, 5).

    Dünyayı ahiretle bir ve eşit tutmak veya ondan üstün tutmamak zühddür. Zühd ilkesine bağlı olarak yaşayan kişilere de zahid denir. Kur'an ve hadislerde zühde büyük önem verilmiş, bunun zıddı olan dünyaya düşkün olma, tamah, ihtiras ve çıkarcılık şiddetle yerilmiştir. Zühd tasavvufun temelidir.

    ahiretin dünyadan üstün, oradaki nimetlerin buradaki servetten daha önemli olduğuna inanan bir müslüman daha nitelikli ve daha çok ibadet eder, hak hukuk gözetir, ahlak kurallarına bağlı kalır, haram ve helali bilir. Böyle bir hayat yaşamayan bir kimsenin dünyadan çok ahirete önem ve değer verdiği söylenemez. İbadet zühdün tabii bir sonucudur.

    Yüce Allah namaz, oruç, hac ve zekat gibi ibadetleri farz kılmıştır. Hz. Peygamber ise farz olan ibadetlerle yetinilmemesini, nafile ve sünnet olanların da yerine getirilmesini tavsiye etmiştir. Farz namazlardan önce ve sonra kılınan sünnetler, teheccüd, evvabin ve tahiyyetü'l-mescid gibi diğer nafile namazlar, receb ve şaban gibi aylarda belli miktarda tutulan oruçlar, umre ve sadaka böyledir. İbadetlerin amacı nefsi disiplin altına alarak Allah'a yaklaşmaktır. Tasavvufta farz ve nafile ibadetleri şartlarına uygun olarak huşû ve ihlasla yerine getirmek esastır. Sûfîler özellikle farz olmayan ibadetleri belli düzen içinde yerine getirmeye özen gösterirler. İbadetsiz tasavvuf olmaz.

    İslam'da kalp temizliği önemlidir. Her şeyden önce Cebrail Kur'an-ı Kerîm'i Hz. Peygamber'in kalbine indirmiştir (el-Bakara 2/97; Şuara 26/194). Vahiy de ilham da kalbe gelir. "Allah'ın huzuruna temiz (selim) bir kalple çıkmaktan başka hiçbir şeyin faydası yoktur" (eş-Şuara 26/89; es-Saffat 37/84; Kaf 50/33). "Allah sekîneti (huzuru) müminlerin kalplerine indirmiştir" (el-Feth 48/4). "Kalpler Allah'ı zikretmekle itminan bulur" (Yûnus 10/74). Onun için Allah'ı çok zikretmek tavsiye edilmiştir (bk. el-Ahzab 33/41). Her şeyin temeli olan iman kalbin tasdiklerinden ibarettir. Niyet bütün ibadetlerin temelidir. Halis niyet de kalpte gerçekleşir. İbadetlere kalbin temiz, niyetin iyi olması oranında sevap verilir (Buharî, “Îman”, 41; Müslim, “İmaret”, 155).

    Kur'an kalbin görme niteliğinden söz eder. Yeryüzünde dolaşıp ibret almayanları, düşünecek kalbi, işitecek kulağı olmayanları uyarır: "Dikkat edin, baştaki gözler değil, göğüsteki kalpler kör olur" (el-Hac 22/46). Hassas, yufka ve temiz kalplerden bahseden Kur'an taş gibi katı, kirli ve kilit vurulmuş kalplerin bulunabileceğine de dikkat çeker. Kalbin kirlenmiş şekline bazan nefis de denir. Buna karşı nefsin arınmış şekli de kalptir, kalp hükmündedir. "Nefsini kirleten hüsrandadır, onu arındıran kurtuluşa erer" (bk. eş-Şems 91/9-10).

    Bir hadîs-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "İnsanın bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa beden tümüyle iyi, kötü olursa tamamıyla kötü olur. Dikkat, o kalptir" (Buharî, “Îman”, 39; Müslim, “Müsakat”, 107). Bir hadiste, "Başkaları fetva verse de, sen fetvayı kalbine sor" (Darimî, “Buyû‘”, 2; Müsned, IV, 228) denilerek vicdanın sesine kulak verilmesi istenmiştir.
    Hz. Peygamber, "İyi, gönüle yatan, günah gönülü tırmalayan şeydir" (Müsned, IV, 194, 228) buyurarak şüpheli konularda kişinin kalbine başvurmasını, başkasının denetlemesinden önce kişinin kendi kendini denetlemesini tavsiye etmiştir. Kur'an'da ve hadislerde takvaya büyük önem verilmiştir. Hz. Peygamber kalbine işaret ederek, "Takva buradadır" demişti (Müsned, V, 379).

    Tasavvufun konusu kalptir. Tasavvuf bir kalp ilmidir. Sûfîlere bu yüzden gönül ehli denilmiştir. Tasavvufî düşünce Allah korkusu ve Allah sevgisi temeline dayanır.

    Allah Korkusu. Kur'an-ı Kerîm ve hadîs-i şeriflerde "havfullah (mehafetullah) ve haşyetullah" denilen Allah korkusu üzerinde çok durulmuştur. Günah işleyenlerin ve başkalarına haksızlık edenlerin Allah'ın gazabından ve azabından korkmaları lazımdır. Kur'an'da "Eğer inanıyorsanız biliniz ki en çok korkulmaya layık olan Allah'tır" (et-Tevbe 9/13; el-Ahzab 33/37), "Onlardan değil, benden korkun" (al-i İmran 3/175) buyurulur. Kişi insanlardan değil, Allah'tan korkarak günah işlememeli, kötülük ve haksızlık etmemelidir. Gizli-açık işlenen her kötülüğü bilen Allah Teala'nın işlenen kötülükleri cezasız bırakmayacağına, er veya geç bunun hesabını soracağına inanmalı, dinin emirlerine uyup yasaklarından kaçınırken Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmamalıdır. Allah Teala böyle kullarını över: "Onlar Rablerinden de, kötü azaptan da korkarlar" (er-Ra‘d 13/28). "Allah'tan başka hiçbir kimseden korkmazlar" (et-Tevbe 9/18; el-Ahzab 33/39).

    Başta peygamberler ve velîler olmak üzere bütün müminler Allah'tan korkar. Hz. Peygamber, "Allah'ı en iyi bileniniz ve ondan en çok korkanınız benim" buyurmuştur (Buharî, “Edeb”, 72; Müslim, “Fezail”, 35). Bir hadiste de "Hikmetin başı Allah korkusudur" (Aclûnî, Keşfü'l-hafa, I, 421) buyurulmuştur. Allah'tan korkan başkasından korkmaz. Allah korkusu diğer korkuları siler ve kişiyi cesur hale getirir. Allah'tan korkanların ahirette de korkuları olmayacak, mahzun olmayacaklardır (el-Bakara 2/38, 62, 112, 262, 274, 277). İşte Allah'ın velî ve ergin kulları bunlardır.

    Allah korkusu konusu üzerinde çok duran sûfîler bunu tasavvufun temel ilkelerinden biri haline getirmişlerdir. Buradaki korku aynı zamanda Allah'ı sevmekten kaynaklanan bir çekinme mahiyetindedir. Bu sebeple Allah korkusu ile Allah sevgisi, birbirini tamamlayan iki kavramdır.

    Allah Sevgisi. Bu sevgi İslam'daki manevî hayatın temelidir. Bu temele dayanmayan ibadet ve ahlak gibi davranışlar İslam açısından bir anlam ifade etmez. Bir mümin severek Allah'a itaat ve ibadet ederse, onun emirlerine ve yasaklarına uyarsa bunun değeri vardır. Allah Teala'yı seven onun kelamı olan Kur'an'ı ve resulü olan Hz. Muhammed'i, onun dava arkadaşları olan sahabeyi de sever. Kısaca Allah'ın sevdiği herkesi ve her şeyi sever.
     
  2. Lasey

    Lasey Admin

    Kur'an'da Allah sevgisi üzerinde önemle durulur. Yüce Allah şöyle buyurur: "İman edenler Allah'a olan sevgileri ise çok fazladır" (el-Bakara 2/115). Şiddetli ve çok sevgi aşk demektir. Bu ayet başta olmak üzere birçok ayette muhabbetullah denilen Allah sevgisine ve ilahî aşka işaret edilir.

    Bir müslüman Allah'ı, Resulü'nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi babasından oğullarından, kardeşlerinden, eşlerinden, kabilesinden, servetinden, ticaretinden ve meskeninden daha çok sevmekle yükümlüdür. Eğer daha çok sevmezse Kur'an'ın ifadesiyle "Allah'ın hükmü tecelli edene kadar bekleyin, Allah günahkar bir toplumu hidayete erdirmez" (et-Tevbe 9/24) tehdidine muhatap olur. Bunun anlamı şudur: Bir müslümanın Allah'ı, Resulü’nü ve Allah yolunda mücadele etmeyi yürekten sevmesi ve bu sevgi ve isteğini her zaman diğer şeylerden önde tutması gerekir.

    Hz. Peygamber "Allah ve Resulü'nü diğer şeylerden daha fazla sevmeyen kimse imanın hazzına eremez" deyince Hz. Ömer, "Ey Allah Resulü! Kendim hariç seni herkesten ve her şeyden çok seviyorum" demiş, Hz. Peygamber de "Olmadı ya Ömer!" demişti. Hz. Ömer, "O halde seni kendimden de çok seviyorum" deyince Resûlullah "Şimdi oldu ya Ömer!" buyurdu (Buharî, “Îman”, 9; Müslim, “Îman”, 15).

    İslam'da Allah'la kulları arasındaki sevgi karşılıklıdır. Allah kullarını sever, kulları da onu severler. Kur'an şöyle der: "Ey iman edenler! İçinizden her kim dininden dönerse, Allah onların yerine öyle bir kavim getirir ki Allah onları sever, onlar da Allah'ı severler" (el-Maide 5/54). İslam inancına göre Allah Teala vedûd ve velîdir. Yani mümin kullarını çok sever ve onları dost edinir.

    Kur'an'da Allah'ın hangi kullarını sevdiği şöyle açıklanır:

    "Allah adil olanları sever" (el-Mümtehine 60/8; el-Hucurat 49/9). "Allah temiz insanları sever" (et-Tevbe 9/108; el-Bakara 2/222). "Allah takva sahibi kullarını sever" (al-i İmran 3/76, et-Tevbe 9/4, 7). "Allah ihsan sahibi dürüst kişileri sever" (al-i İmran 3/148, el-Maide 5/13, 93). "Allah tevekkül ehlini sever" (al-i İmran 3/159). "Allah sabırlıları sever" (al-i İmran 3/146). "Allah tövbe edenleri sever" (el-Bakara 2/222).

    Yüce Allah, Peygamberimiz'i herkesten çok sevdiği için ona "habîbullah" (Allah'ın sevgilisi) denilmiştir (Tirmizî, “Menakıb”, 1). Nitekim Hz. İbrahim için de “halîlullah” (Allah'ın dostu) ifadesi kullanılmıştır.

    Burada sözü edilen adalet (kıst, vera‘), temizlik, takva, ihsan, tevekkül, sabır, tövbe tasavvufun temel kavramlarıdır. Sûfîler ve velîler Allah'ın sevgili kulu olma mertebesine ermek için bu hususları büyük bir özenle gerçekleştirmeye çalışır, ilahî sevgiden mahrum olmamak için bunların zıddı olan hususlardan dikkatle kaçınırlar. Çünkü Allah zalimleri, kafirleri, günahkarları, kibirlileri, hainleri, bozguncuları, müsrifleri, saldırganları sevmez (eşŞûra 42/40, el-Bakara 2/176, en-Nisa 4/107, el-Hadîd 57/23, el-Hac 22/38, elMaide 5/64, el-A‘raf 7/31, el-Maide 5/87).

    Seven sevgilisine itaat eder, ona tabi olur, onu razı etmeye çalışır, emirlerine uyar, onu darıltacak davranışlardan sakınır. Kısaca sevginin sonucu Allah'ın emirlerine uymak, yasaklarından kaçınmaktır.

    Allah'ın peygamberine uymak Allah'ın sevgisini kazandırır. Onun için yüce Allah buyurur: "Ya Muhammed: De ki eğer Allah'ı seviyorsanız bana tabi olun ki O da sizi sevsin" (en-Nisa 4/80).

    Resûlullah'a itaat Allah'a itaat demektir: "Resûlullah'a itaat eden Allah'a itaat etmiştir" (en-Nisa 4/80).


    Hz. Peygamber, müminlerin Allah için birbirini sevmeleri gerektiğini önemle vurgulamıştır. Kutsî bir hadiste, "Benim için birbirini sevenleri sevmem vaciptir" (Muvatta, “Şiir”, 16; Müsned, V, 233) buyurulmuştur. Hz. Peygamber, "Birbirinizi sevmedikçe iman etmiş olmazsınız" (Müslim, “Îman”, 93; Ebû Davud, “Edeb”, 131). "Bir kimse kendisi için istediği bir şeyi mümin kardeşi için istemedikçe iman etmiş olmaz" (Buharî, “Îman”, 7) buyurarak bu sevgi ile kamil iman arasında sıkı bir bağ bulunduğuna işaret etmiştir.

    İslam, müminleri sevgi ve dostluk bağlarıyla birbirine bağlamış, kaynaştırmış ve böylece fertleri birbirine kenetlenmiş bir toplum meydana getirmiştir. Sevgi bağı hem müslümanları Allah'a ve Resulü'ne, hem de birbirlerine bağlar. Müslümanlar iyi ve kötü günlerde, mutlu ve sıkıntılı zamanlarda daima bir arada olurlar. Hz. Peygamber, "Kişi sevdiğiyle beraberdir" buyurmuştur (Buharî, “Edeb”, 69; Müslim, “Birr”, 165).

    Bir müslüman Allah'ın gazabına uğramamak ve cehennem azabından kurtulmak için yaratıcısına ibadet eder. Bu amaçla ibadet etmek caizdir. Genellikle halk, özellikle zahidler ve abidler bu maksatla ibadet ederler. Cennete girmek ve oradaki nimetlerden yararlanmak için Allah'a ibadet ise evvelkine göre bir derece daha üstündür. Fakat sırf Allah'ın emrine uymak, rızasını kazanmak için Allah'a ibadet etmek daha üstün bir mertebedir. Bu ibadet sevgi temeline dayanır. Sevenin sevgilisine itaat etmesi türünden bir boyun eğme ve emredileni gönül hoşluğu ile yerine getirme halidir. Peygamberlerin, sağ iken cennetle müjdelenen on sahabenin, velîlerin ve ariflerin ibadetleri böyledir. Rabia el-Adeviyye'nin dediği gibi onlar cehennem ve cennet olmasa da Allah'a ibadet eder, ona itaati canlarına minnet bilirler. Nitekim bu konudaki hadislerden birinde, "Suhayb, Allah'ın ne hoş bir kuludur ki ondan korkusu olmasa bile günah işlemez", diğerinde, "Ebû Huzeyfe'nin azatlası Salim, Allah'a aşık olduğundan O’ndan korkmasa bile günah işlemez" (Aclûnî, Keşfü'l-hafa, II, 323) buyurulmuştur.

    Tasavvufta hedef bir müslümanın gönüllü olarak ve seve seve Allah'a ibadet etmesini sağlamaktır. Bu mertebede ibadet insana zor gelmez, tersine ona haz ve huzur verir. İbadet halinde olmaması ise onu rahatsız eder. Hz. Peygamber zamanında var olan bu anlayış ondan sonra gelişerek devam etmiştir. Bu hareketin en önemli temsilcisi hicrî II. (VIII.) asrın ikinci yarısında yetişmiş olan ünlü sûfî Rabia el-Adeviyye'dir (ö. 185/801). Bu tarihten sonra bu anlayışın yaygınlaşarak ve gelişerek devam etmesi tasavvufun İslamî bir hareket olarak ortaya çıkmasına sebep olan faktörlerin başında gelir. Zühd ile tasavvuf arasındaki en önemli fark zühdde korku, tasavvufta sevgi unsurunun ağır basmasıdır. Zühd hareketinde korku sevgiyi, tasavvuf hareketinde ise sevgi korkuyu kapsar. Zühd ahirette kurtuluşu amaçlayan nisbeten özel bir manevî hal, tasavvuf ise bu hayata dayanan ama daha çok Allah'ın rızasını ve sevgisini kazanmayı amaçlayan daha kapsamlı manevî hayattır.

    Tasavvufta Allah sevgisinin ne kadar önemli olduğunu göstermek için sûfîlerin üzerinde özenle durdukları ve önemle açıkladıkları şu hadîs-i şerife bakmak yeterlidir. Kutsî hadiste şöyle buyurulmuştur: "Kulum farz ibadetlerle yaklaştığı kadar başka hiçbir şeyle bana yaklaşamaz. Nafile ibadetlerle de bana yaklaşır. O kadar çok yaklaşır ki ben onun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olurum. Artık o benimle görür, benimle işitir, benimle tutar, benimle yürür. Böyle bir kul bana sığınırsa onu korurum, benden bir şey isterse dileğini yerine getiririm" (Buharî, “Rikak”, 38).

    Tasavvuf kulun Allah'a yaklaşması ve O’nunla böyle bir manevî ilişki kurmasıdır. Allah kuluna şah damarından daha yakındır (Kaf 50/16). Allah'ın bir ismi “el-karîb”dir. Yani o her zaman herkese yakındır. Fakat sevdiği kullarına özel bir anlamda yakındır. Allah'ın yakınlığını kazanan insanlara mukarreb denir (el-Vakıa 56/88-89).

    Müslümanların iman ve ibadet itibariyle çeşitli dereceleri vardır. Bir hadiste imanın altı, İslam'ın beş şartı sayıldıktan sonra en büyük mertebe olan ihsan şöyle tarif edilmiştir: "İhsan, Allah'a, onu görüyormuşsun gibi ibadet etmektir, her ne kadar sen O’nu görmüyorsan da O seni görmektedir" (Buharî, “Îman”, 37; Müslim, “Îman”, 57). Kur'an-ı Kerîm'de, "İhsan üzerine olunuz, Allah ihsan üzere olanları sever" (el-Bakara 2/195; el-Maide 93) buyurulmuştur. Mutasavvıflar bu hadisten İslam'ın üç mertebesi olduğu sonucunu çıkarmışlardır. Bunlar sırasıyla İslam, iman ve ihsan mertebeleridir. İslam zahir, iman zahir ve batındır. İhsan ise zahir ve batının hakikatidir. İslam'da bilgi amelle, amel ihlasla, ihlas da Allah'ın rızasını taleple kemale erer. Bilgi, ihlas ve rıza bu üç mertebenin başka bir ifadesidir. Müminler ilim, amel ve mertebe itibariyle birbirinden farklıdırlar. Nitekim Kur'an'da şöyle buyurulur: "Kendilerine ilim verilenler derece derecedir". "Amel edenlerin de mertebeleri vardır". "Bakın nasıl bazısını diğer bazılarına üstün kıldık" (el-Mücadele 58/11; el-Ahkaf 46/19; el-İsra 17/21).