Biyografi Selman-ı Farisi (R.A.) Hayatı

Konusu 'İslam büyüklerinin hayatları' forumundadır ve Lasey tarafından 25 Ekim 2017 başlatılmıştır.

  1. Lasey

    Lasey Admin

    Bir Hakikat Yolcusu: Selman-ı Farisî

    Selman-ı Farisi.
    Ateşin önünde babasının yanında durdu. Babası ateşe secde etti. Mabeh de babası gibi eğilip kalktı. Bu her defasında böyle oluyordu. Ama ateş önünde eğilmek, Mabeh'in hoşuna gitmiyordu.

    Babası köyün en zengini idi. Bağları bahçeleri çoktu ve ailenin tek varisi, Mabeh idi. Mabeh, aklı başında bir delikanlı olunca, babası onu bağları bahçeleri tanıması için araziye gönderdi.

    — Oğlum, bu bağlar, bahçeler benden sonra senin olacak. Bu yüzden git, etrafı iyice bir gez. Her yeri tanımanı istiyorum.

    Mabeh, ilk defa evden uzaklaşıyordu. O zamana kadar babası onu hep gözünün önünde tutmuş, evden uzağa gitmesine izin vermemişti. Zaten onun pek bağda bahçede gözü yoktu. İçindeki derin boşluğu dolduracak bir şeyler arıyordu. Bahçeleri dolaşırken bir kiliseye rastladı. Kilisede ibadet zamanı idi. İçeri girdi. Hristiyanların ibadetleri dikkatini çekmişti. Uzun süre orada kaldı. İbadetten sonra rahiple konuştu.

    — Siz burada ne yapıyorsunuz?

    — Biz, bizi ve seni yaratan Allah'a ibadet ediyoruz.

    — Biz evimizde yanan ateşe ibadet ederiz. Ancak ben bunu hiç sevmem. Sizin ibadet şekliniz benim hoşuma gitti.

    — Ateşe tapmak bize göre küfürdür.

    — Bu dinin aslı nerededir?

    — Bu dinin aslı Şam'dadır.

    — Şam'a gitsem beni kabul ederler mi?

    — Tabi kabul ederler.

    — Peki Şam'a gidecek bir kervan bulabilir miyim?

    — Evet, yakında Şam'a gidecek bir kervan var. Onlarla gidebilirsin.

    — Siz İsfahanlı mısınız?

    — Hayır, biz Şam'dan geldik. Burada dinimizi temsil etmeye çalışıyoruz. İnsanları Allah'a imana davet ediyoruz.

    Vakit su gibi akmış, akşam olmuştu. Bu arada Mabeh'in babası meraklanmış, adam gönderip oğlunu aratmış; ancak bütün aramalara rağmen Mabeh bulunamamıştı. Adamlar, eve elleri boş dönünce, Mabeh'in babasının endişesi daha da artmıştı. Tam bu sırada Mabeh geldi. Babası onu görünce hem sevindi hem de biraz kızdı.

    — Oğlum, bu saate kadar nerelerdeydin, aramadık yer bırakmadık, meraktan çatlattın bizi.

    Mabeh sakin bir şekilde: "Babacığım, ben bağları bahçeleri dolaşmak için gidiyordum, karşıma bir kilise çıktı. Kiliseye girdim, baktım ki; görmedikleri ve her şeye Hâkim ve Kâdir olan bir 'Tanrı'ya iman ediyorlar. Onların ibadetleri beni etkiledi. Akşama kadar onları seyrettim. Anladım ki, onların dini daha doğrudur." deyince babası yumuşak bir üslûpla şunları söyledi:

    — Ey oğlum sen yanlış düşünüyorsun; senin atalarının ve dedelerinin dini, onların dininden daha doğrudur. Onların dini bozuktur. Sakın onlara aldanma, inanma.

    Ancak Mabeh kararını vermişti:

    — Hayır babacığım onların dini bizimkinden daha hayırlıdır ve onların dini haktır. Bizimki ise bâtıldır.

    Bu sözlere babası kızdı ve oğlunu, ellerini ayaklarını bağladıktan sonra bir odaya hapsetti.

    Yolculuk başlıyor
    Mabeh, evde kervanın gideceği günü beklemeye başladı. Bu arada kilisede öğrendiği bazı kelimeleri tekrarlıyor, gerçek Yaratıcı'yı anlamaya çalışıyordu. Kervan günü gelince ellerindeki iplerden kurtuldu ve kaçıp kervanı buldu. Uzun bir yolculuktan sonra Şam'a ulaştı. Şam'da Hristiyanlığın en büyük rahibini sordu. Ona rahibin yerini gösterdiler.

    Kapı açıktı. Yavaşça içeri girdi. Rahip bir köşede oturmuş, kitap okuyordu. Kapıdan giren genç adamı görünce eliyle yaklaşmasını işaret etti. Mabeh yaklaştı. Rahip:

    — Buyur evlat, ne istiyorsun? diye sordu. Mabeh:

    — Efendim, ben İsfahan'dan geliyorum. Oradaki rahip bana sizi tavsiye etti. Burada kalıp hem dinimi öğrenmek hem de size hizmet etmek istiyorum, dedi.

    Rahip, onu hizmetine kabul etti. Mabeh kısa sürede Hristiyanlık hakkında epey bilgi sahibi olmuştu. Rahip de bu genç adamın hizmetinden memnundu. Ancak Mabeh, zamanla rahibin bir zaafını gördü. Rahip, fakirler için getirilen altın ve gümüşleri dağıtmıyor, kilisenin mahzeninde biriktiriyordu. Aradan çok geçmeden rahip öldü. Hristiyanlar rahibi defnetmek için geldiklerinde Mabeh:

    — Bu adam iyi biri değildir, hürmete değmez, dedi. Adamlar önce inanmadılar. Mabeh, onları rahibin fakirler için verilen altın ve gümüşleri biriktirdiği küplerin yanına götürdü. Adamlar işin aslını öğrenince rahibi tören yapmadan bir yere gömüp gittiler. Kiliseye yeni bir rahip geldi. Mabeh, burada bir müddet daha kaldıktan sonra, önce Musul'a sonra da Nusaybin'e gitti.

    Nusaybinli rahip ölmeden önce, bu akıllı talebesine Amuriye'ye (Şimdi Eskişehir'in ilçesi Sivrihisar) gitmesini tavsiye etti. O da vakit kaybetmeden yola koyuldu. Günler sonra Amuriye'ye geldi. Olgun bir insan olan Mabeh'in, hayatını inancı üzerine bina etmekten başka gayesi yoktu. Aradan birkaç yıl geçti. Rahip ölüm döşeğindeyken kader yolcusu, hocasına sordu:

    — Efendim, elimden geldiği kadar sizin hizmetinizde bulundum. Sizden çok şey öğrendim, bana Allah'ı tanıttınız. Ben bu yolda ilerlemek istiyorum. Siz ebedî âleme gidince ben nereye gideyim, bana kimi tavsiye edersiniz? Rahibin gözleri yaşardı, pencereden dışarı baktı ve:

    — Şimdi böyle bir kimse bilmiyorum. Fakat âhirzaman peygamberinin gelmesi yaklaştı. O, Araplar arasından çıkacak, vatanından hicret edip taşlık ve hurması çok bir şehre yerleşecek. Alametleri şunlardır: Hediyeyi kabul eder, sadakayı kabul etmez, iki omuzu arasında nübüvvet mührü vardır, dedi.

    Nur'a doğru
    Artık Mabeh için yolun çoğu bitmişti. Bundan sonrası, aradığı nura kavuşma günleri idi. Mabette yalnız kalmıştı. Birkaç öküz ve biraz da koyunu ile geçimini temin ediyordu. Bu arada hocasının dedikleri aklından hiç çıkmıyor, Arap illerine gitmenin fırsatını kolluyordu. Bir gün Beni Kelb kabilesinden bir kervanın Arabistan'a gitmek üzere olduğunu öğrenince hemen koştu. Kervan reisine:

    — Birkaç öküzüm ve biraz da koyunum var. Onlar sizin olsun, ben de sizinle Arabistan'a geleyim, dedi. Adam, Mabeh'in teklifini kabul etti.

    İç Anadolu'dan başlayan kervan yolculuğu Vadiü'l-Kura denilen yere kadar gayet güzel gitti. Ancak kervan reisi Mabeh'i orada bir Yahudi'ye köle olarak sattı. Mabeh ilk başta buna üzüldü; ama sonra "Vardır bir hayır." diyerek kaderine razı oldu. Yahudi onu hurma bahçesine götürdü. Burada hurma ağaçların bakımını yapacak, hurmaları toplayacaktı.

    Bir gün sahibinin amcasının oğlu bahçeye geldi. Adamın bahçede çalışacak bir köleye ihtiyacı vardı. Mabeh'i gördü ve beğendi ve amcasının oğluna:

    — Bu köleyi bana satsana, dedi.

    Sahibi gülerek:

    — Olur satayım, bizde her köle satılıktır, dedi ve ekledi:

    — Hadi Mabeh, yeni efendinle yola hazırlan.

    Böylece Mabeh'e yeniden yol görünmüş oldu. Bir gün süren yolculuktan sonra yine bir hurma bahçesine geldiler. Amuriyeli rahibin bahsettiği yere çok benziyordu bu bahçeler. Âhirzaman Peygamberi'nin varlığını hissetmeye başladı yüreğinde. Ona kavuşma uğruna, binlerce kilometre yol kat etmiş, bir Yahudi'ye köle olarak satılmıştı. Her gün yeni bir ümitle kalkıyor, hurma bahçesine gidiyordu. Bazen bir hurma ağacının tepesinden aradığı nuru görme ümidi ile şehre bakıyordu.

    Bir gün ağacın başında hurma toplarken aşağıda iki kişinin konuşmalarına şahit oldu. Onlardan biri bağırarak:

    — Evs ve Hazreç kabileleri helâk olsunlar. Mekke'den birisi geldi. Peygamber olduğunu söylüyor. Bu durum hoşuma gitmedi, deyince Mabeh, kulaklarına inanamadı. Neredeyse heyecandan aşağı düşecekti. Hemen ağaçtan indi ve sordu:

    — O kişi için ne diyorsun, onun hakkında ne düşünüyorsun, dedi. Konuşan yeni sahibi idi. Kölesinin bu sorusu hoşuna gitmedi ve bir tokat attı:

    — Sen işine bak, bu iş seni ilgilendirmez, dedi.

    Mabeh, artık yerinde duramazdı. Ertesi gün yanına aldığı bir avuç hurma ile şehre daldı. Çok heyecanlıydı. İlk karşılaştığı insana O'nu sordu. Adam, üstü hurma dalları ile örtülü Mescid-i Nebevî'yi gösterdi. Mabeh, koşar adım gitti mescide. Simasından tanıdı onu. Huzuruna gitti ve ellerindeki hurmaları uzattı:

    — Bu hurmaları sadaka olarak kabul ediniz, dedi.

    Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hurmaları aldı ve arkadaşlarına vererek, hurmaları yemelerini söyledi. Mabeh, kendi kendine "İlk işaret tamam." dedi. Kaybedecek zaman yoktu. Hemen bahçeye döndü. Bir avuç hurma daha alıp koştu Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) huzuruna.

    — Bu hurmaları hediye olarak veriyorum, buyurun, dedi.

    Bu sefer, Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) hem kendi yedi hem de arkadaşlarına ikram etti. Mabeh dikkat etti; kendisi bir avuç hurma getirmesine rağmen, yüzlerce hurma çekirdeği birikmişti yerde. Yirmi beş kadar hurmadan yüzlerce çekirdek çıkması imkânsızdı. Mabeh'in içinde şüphe kalmamıştı. Bu, rahibin bahsettiği Âhirzaman Peygamberi idi. "Şimdi oldu, ama bir de mühür görmem gerek." diye geçirdi içinden. Mabeh'in niyetini anlayan Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), sırtını biraz açarak onun mührü görmesini sağladı. Mabeh, heyecanla mührü öptü ve yıllarca süren hasretin bitmesine gözyaşları döktü ve hiç vakit kaybetmeden Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem) peygamberliğini tasdik etti.

    Mabeh, başından geçenleri Yahudi bir tercüman vasıtasıyla anlattı Allah Resulüne (sallallahu aleyhi ve sellem). Mabeh, bir yandan başından geçenleri anlatıyor, bir yandan da Allah Resulü'nü (sallallahu aleyhi ve sellem) öven cümleler söylüyordu. Ancak bu övgüleri Yahudi tercüman kasıtlı olarak yanlış tercüme ediyordu. Bu arada Cebrail Aleyhisselâm gelerek Yahudi'nin tercümesinin yanlış olduğunu belirttikten sonra Mabeh'in sözlerini olduğu gibi aktardı. Hâdiseyi öğrenen Yahudi tercüman da önce yaptığından utandı, sonra da Allah Resulü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) iman etti.

    Allah Resulü'nün (sallallahu aleyhi ve sellem), ismini Selman olarak değiştirdiği Mabeh, yıllar süren hakikat yolculuğunu tamamlamış, aradığına vasıl olmuştu.

    Kölelikten kurtuluş
    Efendimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem), çok uzaklardan gelerek hakikate uyanan Selman'ın, hayatını köle olarak devam ettirmesine gönlü razı olmadı. Harikalar asrında bir harika daha yaşanacaktı. Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona; "Kendini kölelikten kurtar ya Selman." dedi bir gün. Gözleri parladı Selman'ın. Hemen sahibi olan Yahudi'ye giderek, kendini azat etmesini istedi. Yahudi önce buna yanaşmadı. Ancak Selman'ın ısrarı üzerine üç yüz hurma ağacı dikip meyve verir hâlde kendisine teslim etmesi ve biraz da altın karşılığında azat etmeyi kabul etti. Ancak bir hurma ağacının meyve vermesi kırk yılı bulurdu ve istenilen altın cidden çoktu. Selman-ı Farisi Hazretleri başından aşkın bu müşkülü Allah Resulü'ne (sallallahu aleyhi ve sellem) anlattı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem), "Kardeşinize yardım edin." diyerek sahabeleri yardıma çağırdı. Herkes bir oldu ve kısa zamanda üç yüz hurma fidanı bulundu. Çukurlar kazıldıktan sonra Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi ve her bir hurma fidanını eliyle dikti. Hz. Ömer'in diktiği bir hurma hariç bütün hurmalar aynı yıl meyve vermeye başladı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) o hurmayı tekrar dikti ve o da o yıl meyve verdi. Selman-ı Farisî hem çok sevinmiş hem de hayretler içinde kalmıştı. Hurma bahçesi tamamdı, sıra altını bulmaya gelmişti. Beklemekten başka yapacak bir şeyi yoktu.

    Bir gün adamın biri, Medine sokaklarında "Belli bir altın karşılığında efendisi ile anlaşan köle nerede?" diyerek Selman-ı Farisî Hazretleri'ni arıyordu. Selman'ı tanıyanlar adamı hurma bahçesine götürdüler. Adam elindeki altını Selman'a uzattı. Selman-ı Farisî Hazretleri yine hayretler içindeydi. Altını alıp adama teşekkür ettikten sonra Peygamberimiz'in (sallallahu aleyhi ve sellem) yanına gitti ve:

    — Ya Resullallah, adamın biri bana bu altını verdi, ne yapayım, diye sordu. Efendimiz:

    — Götür efendine ver, dedi.

    Selman-ı Farisî Hazretleri altını Yahudi'ye verdi. Yahudi altını tarttı, istediğinden biraz eksik çıkınca:

    — Bu eksik tamamla da gel, dedi.

    Selman-ı Farisî Hazretleri tekrar Efendimiz'e (sallallahu aleyhi ve sellem) geldi, durumu anlattı. Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem) altını eline aldı, tükürüğünden biraz sürdü ve "Al bunu götür, Allah bununla senin borcunu eda eder." buyurdu.

    Yahudi'nin diyecek bir şeyi kalmamıştı. Selman-ı Farisî Hazretleri hür olarak döndü mescide. Ashab-ı Suffa olarak kaldı mescide uzun bir süre.

    Bir gün "Selman Ensar mı Muhacir mi?" tartışması yaşandı. Bunun üzerine Efendimiz (sallallahu aleyhi ve sellem): "Selman bizdendir, Ehl-i Beyt'tendir." buyurdu.

    Allah Resulü (sallallahu aleyhi ve sellem), yıllarca gurbetlik yaşayan, ailesini, yurdunu terk eden Selman'ı kendi ailesine dâhil ediyor ve bu garip insana garipliğini tamamen unutturuyordu.