Ramazan Hikayeleri

Konusu 'Kıssadan Hisse' forumundadır ve Adile tarafından 13 Ekim 2013 başlatılmıştır.

  1. Adile

    Adile Admin

    Sultan ile Kadı

    Sultan ile Kadı hazretleri! Bu adama geçen yıl bir mercan tesbih sattım. Yüz kuruştan ibaret olan ücretini önümüzdeki Ramazan'da ödeyeceğim. diye taahhütte bulunmuş idi. Ama şimdi sözünde durmuyor.
    Kadı davalıya sorar



      • Öyle mi söyledin Efendi?
      • Evet, kadı hazretleri. Sözümde de sadıkım. İllâ bu adam ücreti henüz Ramazan gelmeden istiyor.
      • Davacı itiraz eder:
      • Asla kadı efendi! Hilâl görünmüş, binaenaleyh Ramazan gelmiştir?
      • İspat edebilir misin?
      • Evet! Dışarıda iki tane şahidim vardır. Müsaade olunursa içeri alıp dinleyiniz.
      • Bu k
    onuşmalar fi tarihinin bir arefe gününde, İslâm şehirlerinin Babı Meşihat denilen makamında, dinî otorite sayılan kişiler (Şeyhülislâm, müftü, imam vb.) ile kadı efendinin huzurunda cereyan eder.
    Kadı efendi iki şahidi içeriye aldırır. Bunlar o bölgede hilâli gözleyen pek çok kişiden, hilâli ilk gören ikisidir ve şahitlik ücreti olan hediyeyi almak için soluk soluğa koşup gelmişlerdir. Kadı sorar:




      • Siz hilali görmüşsünüz, öyle mi?
      • Evet!
      • Kadı, hilâlin nasıl olduğunu, tam olarak nerede görüldüğünü, inceliğini ve kalınlığını vs. iyice tetkik edecek suallerden sonra huzurda bulunan heyete döner:
      • Sizler bu şahitlerin sözlerini inanılır buluyor musunuz?
      • Evet!
      • O halde Ramazan sabit oldu. Müddeinin iddia eylediği, senin de inkâr etmediğin mercan tesbih ücreti olan yüz kuruşu müddeiye eda eyle!
      • İstanbul'da her yıl tekrarlanan bu mahkemenin Evet!i karar defterine kaydedilir ve şehirde Ramazan başlar ve bu Evet!in sonu bayram olur.

    Ramazan ayınız mübarek olsun, Allah bayrama eriştirsin!
    Haccac ve arkadaşları Mekke ile Medine arasında yolculuk yaparken bir suyun başında mola verdiler.
    Sofra kurulunca; Haccac etrafa bakın durumu iyi olmayan birisi varsa getirin beraber yiyelim dedi. Hizmetçiler yakınlarda üzerinde bir hırka olan birini gördüler. Onu uyandırıp; Seni Haccac çağırıyor, dediler ve adamı Haccac'ın yanına götürdüler.
    Haccac:
    -Gel beraber yemek yiyelim, dedi.
    Adam yemem diyerek Haccac'ın teklifini reddetti cevaba şaşıran Haccac sebebini sorunca,
    -Beni senin sofrandan daha iyi. bir yere çağırdılar.
    -Nereye çağırdılar? Deyince adam,
    -Allah'ın misafirliğine çağırdılar. Ben oruç tutuyorum deyince,
    Haccac böyle sıcak günde oruç mu tutuyorsun? Deyince adam şöyle cevap verdi:
    -Evet, bu sıcak günde oruç tutuyorum ki kıyamet gününün sıcaklığından kurtulayım, dedi.


    Ağacı ile çoban

    Yaşlı çoban her gün sürüsünü otlatmak için yaylaya çıktığında tepeye yakın bir elma ağacının altında dinlenir ve eğer mevsimiyse, onunla konuşarak Hadi bakalım evladım, derdi. Bu ihtiyarın elmasını ver artık. Ve bir elma düşerdi, en güzelinden, en olgunundan. Yaşlı adam sedef kakmalı çakısını çıkartarak onu dilimlere ayırır ve küçük bir tas yoğurtla birlikte ekmeğine katık ettikten sonra, babasından kalan Kur'an'ını okumaya koyulurdu.
    Çoban, bu ağacı yirmi yıl kadar önce diktiğinde sık sık sular, bunun için de büyükçe bir güğüme doldurduğu abdest suyundan geriye kalanı kullanırdı. Elma ağacının kökleri, belki de bu sularla kuvvet bulmuş ve kısa sürede serpilip meyve vermeye başlamıştı. Çoban o zamanlar henüz genç sayıldığından şöyle bir uzandı mı en güzel elmayı şıp diye koparırdı. Fakat aradan geçen bunca yıl içinde beli bükülüp boyu kısalmış, ağacınkiyse bir çınar gibi büyüyüp göklere yükselmişti. Ama boyu ne olursa olsun, ağaç yine de yavrusu değil miydi? Onu bir evlat sevgisiyle okşarken:
    Ver yavrum, derdi, gönder bakalım bu günkü kısmetimi. Ve bir elma düşerdi hiç nazlanmadan, yıllar boyu hiçbir gün aksamadan.
    Köylüler, uzaktan uzağa gözledikleri bu hadiseyi birbirlerine anlatıp yaşlı çobanın veli bir zât olduğunu söylerlerdi.
    Yaşlı adam, ağacın altında dinlenip namazını kıldığı bir gün, yine elmasını istedi. Ancak dallar dolu olmasına rağmen nedense bir şey düşmemişti. Sonra bir daha, bir daha tekrarladı isteğini. Beklediği şey bir türlü gelmiyordu. Gözyaşları, yeni doğmuş kuzuların tüylerini andıran beyaz sakalını ıslatırken, ağacın altından uzaklaşıp koyunların arasına attı kendini.
    Yavrusu, meyve verdiği günden bu yana ilk defa reddediyordu onu. İhtiyar çobanın beli her zamankinden fazla bükülmüş, güçsüz bacakları da vücudunu taşıyamaz olmuştu. Hayvanlarını usulca toplayıp köye doğru yöneldiğinde, aşağıdaki caminin her zamankinden daha nurlu minarelerinden yankılanan ezan sesiyle irkildi birden. Yeniden doğmuştu sanki çoban. Bir şey hatırlamıştı.
    Çocuklar gibi sevinerek ağacın yanına koştu ve ona şefkatle sarılırken
    Canım dedi, hıçkırıp ağlayarak.
    Benim güzel evladım, mis kokulum. Şu unutkan ihtiyarı üzmeden önce neden söylemedin, bu günün Ramazan'ın ilk günü olduğunu ?