Peygamber Efendimizin Hz. Muhammed'in Kısaca Hayatı Peygamberimiz ne zaman ve nerede doğdu? Peygamberimizin doğumundaki mucizeler, çocukluk ve gençliği, evliliği, evliklerinin hikmetleri, ahlakı ve merhameti, ibadet hayatı, hicreti, savaşları, veda haccı, nasihatleri, vefatı… Kısaca Peygamberimizin hayatı… Kainatı sonsuz rahmet-i ilahiyyesi ile kuşatan Allah Teala, bu rahmet ve merhametinin en mükemmel eseri olan insana, varlıklar manzumesinin zirvesini lutfetmiş ve onu, bu makama layık hale gelmesini sağlayacak birtakım vasıflarla techiz etmiştir. Ancak; akıl, idrak ve iz’an gibi bu ilahi lutuflar bile, insanoğlunun yüce hakikatlere tam manasıyla ulaşabilmesine, yani Allah katında makbul sayılacak derecede vakıf olabilmesine kafi değildir. Bunun içindir ki Rabbimiz, bu nimetlerine ilave olarak bir de “peygamberler göndermek” suretiyle insanoğluna “vasıl-ı ilallah” olma yolundaki yardımlarını kemale erdirmiştir. Bu kamil yardımın zirvesi de yaratılışta ilk, beşeriyet alemine gönderilişte son olan “Nur-i Muhammedi” ve O’nun dünyamızdaki sureti olarak ikram edilen ahirzaman Peygamberi Hazret-i Muhammed Mustafa’dır (s.a.v.). PEYGAMBERİMİZ NE ZAMAN DOĞDU? Varlıklar zincirinin sebep ve zirvesi Hazret-i Peygamber, miladi 571 yılının 20 Nisan’ına tesadüf eden 12 Rabiulevvel Pazartesi sabahı, güneş doğmadan az evvel zuhur alemine tenezzül ederek dünyamızı şereflendirmiştir. Bilinen bir gerçektir ki, ilk yaratılan, O’nun nurudur. Bütün varlıklar, o nurun şerefine halk edilmiştir. PEYGAMBERİMİZİN DOĞUMUNDA GERÇEKLEŞEN MUCİZELER O’nun dünyayı şereflendirmesiyle Allah’ın rahmeti bu alemde tuğyan etti. Sabahlar ve akşamlar adeta renk değiştirdi. Duygular derinleşti. Sözler, sohbetler, lezzetler enginleşti; her şey ayrı bir mana, ayrı bir letafet kazandı. Putlar sarsılarak yere devrildi. Kisralar beldesi Medayin saraylarında sütunlar ve kuleler yıkıldı. Save Gölü[1], zulüm bataklığı halinde kurudu.[2] Gönüller feyz ve bereketle doldu. Zaman ve mekanda gerçekleşen bu tecelli, Son Peygamber’in zuhurunun ilk bereketi idi. Kaynakların verdiği bilgiye göre, Allah Resulü’nün süt annelerinden biri de, talihli hanım Süveybe Hatun’dur. Bu hanım, Resulullah’ın amcası ve azılı düşmanı olan Ebu Leheb’in cariyesi idi. Süveybe Hatun, bir pazartesi günü Ebu Leheb’e yeğeninin doğum müjdesini haber verince, Ebu Leheb, sırf kavmi asabiyetten dolayı bu cariyeyi azad etti. Bu ırki asabiyetten meydana gelen sevinç bile, Ebu Leheb’in pazartesi günleri azabını hafifletmeye yetti. Bu hadiseyle alakalı olarak, Ebu Leheb’in kardeşi Abbas (r.a.) şunları nakleder: “Ebu Leheb’i ölümünden bir sene sonra rüyamda gördüm. Kötü bir halde idi: −Sana nasıl muamele edildi? diye sordum. Ebu Leheb: −Muhammed’in (s.a.v.) doğumuna sevinerek Süveybe’yi azad ettiğim için pazartesi günleri azabım biraz hafifletilmektedir. O gün baş parmağımla işaret parmağım arasındaki şu küçük delikten çıkan su ile serinlemekteyim. cevabını verdi.” (İbn-i Kesir, el-Bidaye, II, 277; İbn-i Sa’d, I, 108, 125) İbn-i Cezeri şöyle der: “Ebu Leheb gibi bir kafire bu lutufta bulunan Cenab-ı Hak, Peygamber Efendimiz’in doğduğu geceyi zikir ve ibadetle ihya eden bir mü’mine, Resulullah’ın hürmetine kim bilir ne tür nimetler ihsan eder, ne gibi lutuf ve ikramlarda bulunur, düşünmek lazımdır! O halde mü’minlere yakışan, Resulullah’ın doğduğu günü ihya edip fakirlere her türlü yardımda bulunmaktır. Böyle yapanlar, o yıl belalardan kurtulur ve ne dilekleri varsa yerine gelir.” (Kastalani, Mevahib-i Ledünniye, I, 39) Öyleyse mü’minler, Allah Resulü’nün doğduğu ayda bol bol manevi sohbetler yapıp feyz tazelemeli, mübarek ayın ruhaniyetinden istifade edebilmek için Kainatın Fahr-i Ebedisi aşkına gönüllerini ve sofralarını açarak ümmete ziyafetler vermeli, fakir, garip, yetim, çaresiz ve kimsesizlere her türlü iyiliği yaparak mahzun gönülleri şad etmeli, onları sadakalarla sevindirmeli ve Kur’an okuyup okutmalıdırlar. PEYGAMBERİMİZİN ÇOCUKLUĞU VE GENÇLİĞİ Varlık Nuru’nun muhterem pederleri Şam’a ticaret maksadı ile gitmiş, dönüşte Medine’de hastalanarak kudsi doğumdan iki ay evvel vefat etmişti. Mübarek yavru, iklim şartlarından dolayı ve Arab örfü sebebi ile, dört yaşına kadar süt annesi talihli kadın Halime Hatun’un yanında kaldı. Altı yaşında iken, annesi Hazret-i amine, hizmetçileri olan Ümmü Eymen’i de yanına alarak “Varlık Nuru”nu, babası Hazret-i Abdullah’ın kabrini ziyaret için Medine’ye götürdü. Bu esnada Hazret-i amine hastalandı. Ebva Köyü’nde vefat etti. Oraya defnedildi. Şair bu hali ne güzel anlatır: Ey Ebva’da yatan ölü, Bahçende açtı dünyanın, En güzel gülü… Varlık Nuru bu suretle anneden de öksüz kalmış olarak dadısı Ümmü Eymen ile Mekke’ye döndü. Artık dedesinin yanındaydı. Fakat sekiz yaşında iken, dedesi Abdülmuttalib de vefat etti. Daha sonra O’nu amcası Ebu Talib yanına aldı ve fedakarane bir surette himaye etti. Fakat Efendimiz risalet vazifesine başlayıp da müşriklere karşı en çok himaye ve müdafaa edilmeye muhtaç olduğu bir zamanda, bu fedakar amcası da vefat edecekti. Böylece bütün fani ve zahiri destekler son buluyordu. Bundan sonra O’nun yegane sahibi, koruyucusu ve terbiye edicisi, sadece Rabbi idi. Hayatının en zayıf anlarında gördüğü bu fani ve zahiri destekler, sırf O’nun her halükarda insanlığa -az çok- taklid edilebilir ve mükemmel bir örnek olması hikmetine dayanıyordu. O’nun yetim ve öksüz çocukluğu ile gençliği, en parlak bir istikbale liyakat ifade eden bir nezahet ve ulviyet içinde geçiyordu. PEYGAMBERİMİZİN HZ. HATİCE İLE EVLİLİĞİ Varlık Nuru Efendimiz, yirmi beş yaşlarına varınca, Kureyş’in tanınmış şahsiyetlerinden Hazret-i Hatice ile evlendiler. Asil hanım Hazret-i Hatice, malı ve canı ile O’na yeni bir güç kaynağı oldu. Hatice validemiz, Peygamber Efendimiz’den on beş yaş büyük, çocuklu ve dul bir hanımdı. Hazret-i Peygamber, onunla insanlığa numune olacak son derece nezih ve huzurlu bir hayat yaşadı. Hira’dan telaş içinde dönüp: “–Ya Hatice! Bana kim inanır?” dediği zaman, o mübarek zevce, Varlık Nuru Efendisi’ne: “–Asla korkma! Vallahi Allah Teala Sen’i hiçbir zaman utandırmaz. Zira Sen, sıla-i rahimde bulunursun, doğru söylersin, işini görmekten aciz olanların yükünü taşırsın (zayıfa, yetime ve yoksula infak edersin), fakire ihsanda bulunur, hiç kimsenin veremeyeceği kadar verirsin. Misafire ikram edersin. Hak yolunda zuhur eden hadiseler karşısında (insanlara) yardım edersin! Emanete riayet edersin. Senin ahlakın pek güzeldir.” diyerek O’nu ilk tasdik eden ve destekleyen oldu. (Buhari, Bed’ü’l-Vahy, 1; Müslim, İman, 252; İbn-i Sa’d, I, 195) Hazret-i Peygamber, onun ruhi derinlik, incelik ve zarafetini hiçbir zaman unutmadı. Hazret-i Hatice’nin vefatından sonra, bir kurban kesilecek olsa, daima bir kısmını Hazret-i Hatice’nin akrabalarına gönderirdi.[3] O, Varlık Nuru’nun her şeyiyle unutulmaz, muazzez bir hatırasıydı. PEYGAMBERİMİZİN EVLİLİKLERİNİN HİKMETLERİ Hazret-i Peygamber’in evlilik hayatının gençlik ve zindelik dönemine rastlayan ilk 24 senesi, yalnız Hazret-i Hatice ile geçmiştir. Ondan sonraki evlenmeleri ise, tamamen İslami ve siyasi bir gayeye dayanıyordu. Bunların çoğu, kendisinden yaşlı ve dul hanımlardı. İçlerinde bakire ve genç olarak aldığı yalnız Hazret-i Ayşe’dir. Bunun da sebebi, hanımlara ait fıkhi meselelerin sabit ve zahir olmasını temin etmekti. Gerçekten de Ayşe validemiz, zekası ve firasetiyle kadınlara ait şer‘i meseleleri mükemmel bir surette kavramış ve Peygamber Efendimiz’in vefatından sonra uzun yıllar yaşayıp Müslüman kadınları bu bilgilerle irşad etmiş, bilhassa hanımlara dair şer‘i hükümlerin en sağlam temellerinden birini teşkil etmiştir. Esasen Peygamber Efendimiz: “Dininizin üçte birini Ayşe’nin evinden öğrenin!”[4] buyurmak suretiyle bu gerçeğe işaret etmişti. Bu evliliğin diğer bir hikmeti de, Hazret-i Ebubekir’in, Sevr Mağarası’nda ikinin ikincisi[5] olmasıyla meydana gelen yakınlığın bir de sıhriyet bağı ile perçinleşmesini arzu etmesiydi. Bu evliliklerin, ne gibi ulvi maksatlar ve ince hikmetlerle meydana geldiğini, ancak iman mantığına sahip irfan ve vicdan ehli kimseler takdir edebilir.[6] Maksatlı ve garazkar kimselerin iddia ettiği gibi bu evliliklerin sebebi şehvet olsa idi, Resulullah, ömrünün en genç ve en zinde zamanını kendisinden on beş yaş büyük, dul ve çocuklu bir kadınla geçirmezdi. Evlenmeleri yalnızca şehvet açısından mütalaa etmeye alışmış olan basit ve sığ idrakliler, bu hakikatleri kavramaktan acizdirler. Zihinlerini ve kalplerini nefsani temayüllerle dolduranların verdikleri haksız ve ahmakça hükümler, ancak kendi karanlık dünyalarını yansıtmaktadır. PEYGAMBERİMİZE GELEN İLK VAHİY – PEYGAMBERİMİZE İNEN İLK AYET alemlerin varlık sebebi, nezih bir gençlik ve ulvi bir aile hayatı yaşadıktan sonra, kırk yaşlarında iken Peygamberlik mertebesine nail oldu. Kırk yaşına altı ay kala ilahi kudret, O’na Mekke’deki Hira Mağarası’nı adeta ledünni bir mektep olarak açtı. İlahi tedrisatın gizli cereyan ettiği bu talim ve feyz dershanesinde fani ve baki dersler okudu. Nihayet kırk yaşında iken: “Seni yaratan Rabbinin adı ile oku!” (el-Alak, 1-2) emriyle kendisine irşad salahiyeti ve nübüvvet şehadetnamesi verilmiş oldu. Peygamberliğin ilk altı aylık safhası, akıl çerçevemize sığabilen yönüyle “Rüya-yı Sadıka”lar suretinde gerçekleşti. Hira’nın sır ve hikmeti, tohumun toprak altındaki macerasına benzer. Fakat o mübarek mekan, insanlığa ebediyyen meçhul kalacak olan bir tekevvün (oluşma) mekanıdır. Hazret-i Peygamber’i oraya sevk eden amiller, zahirde halkın içine düştüğü sapıklık ve sefaletten gönlüne akseden ıztırap ve bütün aleme şamil olan merhametiydi. Gerçekte ise, insanlığa ebedi bir meş’ale olan Kur’an’ın, nezd-i ilahiden kalb-i pak-i Muhammedi vasıtasıyla beşer idrakine intikalini sağlayacak bir hazırlık safhası idi. Bu keyfiyet, adeta yüksek voltajda bir cereyanın topraklanmasına benzer bir şerare sahnesi idi ki, Allah ile O’nun Habibi arasında sır olarak kalması, gözlerden ırak bir mağarada tecellisini icab ettiriyordu. Hira devresi, vahye muhatab olmanın sıradan kullar için tahammülü imkansız olan ağır yükünü taşımak hususunda, Cenab-ı Hakk’ın yaratılışta lutfettiği sırri istidat ve kabiliyetlerin zahire çıkma mevsimi idi. Tıpkı ham demirin derunundaki istidad ile çelikleşmesi gibi… Zira bu sırrın hududuna varabilecek ve onu kavrayabilme gayreti peşinde çerçevesi dağılıp parçalanmayacak bir idrak tasavvur olunamaz. Bu sır alemine gönül penceresinden bakmaya muktedir olamayanlar, Ebu Cehil ile Ebu Leheb’in katran renkli bayrağı altında toplanan bedbahtlar güruhudur. PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN HİCRETİ Allah Resulü’nün Mekke’deki on üç yıllık irşad mücahedesinden sonra, kendisine ikinci bir mağara gösterildi. Bu, hicret yolu üzerindeki Sevr Mağarası’ydı. Bu mağara, okumak için değil, ilahi esrara gark olmak ve kalbi inkişaf ettirmek için manevi bir mektep idi. Buradaki misafirlik, üç gün, üç gece sürdü. Yalnız değildi. Arkadaşı, peygamberlerden sonra kainatın en üstünü ve cevherlisi olan Hazret-i Ebubekir idi. Ebubekir (r.a.), O’nunla mağarada üç gün arkadaşlık yapmanın şeref, izzet ve faziletine ermişti. Kur’an’ın ifadesiyle, ikinin ikincisi olmuştu. Varlık Nuru, bu aziz arkadaşına: “Mahzun olma; Allah bizimle beraberdir!..” (et-Tevbe, 40) buyurarak maiyyetin, yani Allah ile beraber olmanın keyfiyetini telkin ediyordu. Bu aynı zamanda, gönüllerin Allah’a açılarak itmi’nana ermesinin vesilelerinden biri olan gizli zikir taliminin de başlangıcı kabul edilmiştir. SEVR MAĞARASI Yani Sevr Mağarası, kulu sonsuz esrar fezasından vasıl-ı ilallah edecek temel kalbi eğitimin başlangıç mekanı ve bu manevi yolculuğun ilk merhalesi olmuştur. Hazret-i Peygamber’in nur menbaı olan kalb alemindeki esrarı ümmetine faş etmesi, ilk defa Hazret-i Ebubekir ile bu mağarada başlamış ve böylece ucu kıyamete kadar devam edecek Altın Silsile’nin ilk halkası oluşmuştur. iman, gücünü O’na muhabbetten almıştır. Bütün ulvi yolculukların temel saikı, O’na olan muhabbettir ve Hakk’a vuslatın yegane yolu, O’na muhabbet ile noktalanmıştır. Çünkü sevginin şartı, aşkın kanunu, sevilen kişiye duyulan muhabbet ve o aşktan dolayı o kişinin sevdiği şeyleri de sevmektir. Bu ilahi muhabbeti, ham ve sığ idrakimizle kavrayabilmemiz mümkün değildir. Aşağıdaki şu hikayenin, her gönle kendi ufku ve istidadı ölçüsünde tesir edeceği kanaatindeyiz: Hazret-i Ebubekir Sıddik, Resulullah ile her sohbetinde ayrı bir zevk ve lezzetle mütelezziz olurdu. Nübüvvet sırlarının en samimi mahremi olduğundan muhtelif tecellilere nail olur, yanlarında iken bile Efendimiz’e hasret içinde kalırdı. Nitekim Hazret-i Peygamber’in: “–Ebubekir’in malından istifade ettiğim kadar başka hiçbir kimsenin malından faydalanmadım…” ifadesi karşısında Hazret-i Ebubekir gözyaşları içinde: “–Ben ve malım, yalnızca Sen’in için değil miyiz ya Resulallah?!.” (İbn-i Mace, Mukaddime, 11) demek suretiyle kendisini her şeyiyle beraber Resulullah’a adadığını ve onda fani olduğunu göstermiştir. (Bu hal, tasavvuftaki “fena fi’r-Resul” makamıdır.) O, bütün servetini Allah ve Resulü yolunda harcamış, hatta Hazret-i Peygamber, tasaddukta bulunmaya teşvik ettiğinde, servetinin tamamını getirmişti. Efendimiz’in: “–Çoluk çocuğuna ne bıraktın ya Ebubekir?” sualine de büyük bir iman vecdiyle: “–Onlara Allah ve Resulü’nü bıraktım!..” şeklinde cevap vermiştir. (Ebu Davud, Zekat, 40/1678; Tirmizi, Menakıb, 16/3675) Muaviye bin Ebi Süfyan onun hakkında: “Dünya, Ebubekir’i istemedi. O da dünyayı istemedi…” der. Ancak şunu belirtmek gerekir ki, Hazret-i Ebubekir’in bütün malını sadaka olarak vermesi ve Hazret-i Peygamber’in de onu bundan men etmemesi, istisnai bir durumdur. Ayrıca Hazret-i Ebubekir ve ailesinin, sabr-ı cemil ve kuvvetli bir tevekkül sahibi olmasındandır. Bu iki aziz yolcunun müşterek yardımcısı, dayanağı, sığınağı ve barınağı, Hak Teala idi. Mağaranın önüne gelen bedbahtlar, örümcek ağından başka bir şey göremiyorlardı. Şairin dediği gibi: Örümcek ne havada, Ne suda, ne yerdeydi.. Hakk’ı göremeyen Gözlerdeydi!..[7] Bu iki aziz yolcu, ilahi himaye ve sıyanet altında Medine yakınlarındaki Kuba’ya ulaştılar. Hasretle beklenen aziz misafirlerin Medine’ye teşrifiyle adeta yer yerinden oynamış, cihan mes’ud bir cümbüşe dönmüştü. Tepelerden “Talea’l-bedru aleyna”nın[8] yakıcı nağmeleri, dalga dalga semayı örüyor, gönülleri coşturuyordu. Tarih, yine 12 Rabiulevvel’i göstermekteydi. Tarih, o andan itibaren kıyamete kadar meydana gelecek vukuatı fihristleyecek bir “hicret takvimi” başlatıyordu. Medine-i Münevvere, bu günden sonra, İslamiyet’in inkişaf ve terakki mekanı ve aynası oldu. Küfrün karanlık yüzü, bu hicretle soldu. Mescid-i Saadet ve Mescid-i Kuba, ulvi bir mana kazanıp bu mübarek hicretin kıyamete kadar sürecek kudsi hatıraları oldu. Allah Resulü, Medineli Müslümanlar olan Ensar ile Mekke’den kendilerine göç ederek gelen Muhacirleri birbirleriyle kardeş kıldı. Ensar, Muhacir kardeşlerine mal beyanında bulunarak; “İşte malım; al, yarısı senin olsun!..” dedi. Buna mukabil gönülleri birer kanaat hazinesi haline gelen o Muhacirler de: “−Malın ve mülkün sana mübarek olsun kardeşim, sen bana çarşının yolunu göster, kafi!” diyebilme olgunluğunu sergilediler.[9] Fedakarlık ve feragatte ka’bına varılmaz bir İslam kardeşliğinin temeli böylece atılmış oldu. Medine, İslam tarihindeki ölümsüz mevkiine ve hiçbir zaman yok olmayacak itibarına kavuştu. Medine’de ezanlar, Ramazanlar, bayramlar, zekatlar, muharebeler ayrı bir tecelli ve ayrı bir ulviyetle ümmete numune ve ideal oldu. BEDİR SAVAŞI imanın küfre karşı ilk büyük direnişi olan Bedir Harbi, mü’minlerin zaferiyle neticelendi. Dini asabiyet, akrabalık asabiyetini sıfırladı. Hazret-i Ebubekir oğlu ile, Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.) babası ile, Hazret-i Hamza kardeşi ile kılıç kılıca geldi. Hak Teala, bu dehşetli manzaraya melekler ordusunu da seferber etti. Bedir’de bu ulvi heyecan şeraresine iştirak eden melekler de, diğer meleklere göre izzet kazandılar.[10] Bu muazzam zaferden sonra Cenab-ı Hak, Müslümanlara kibir ve ucub hali gelmemesi için Enfal Suresi’nin 17. ayet-i kerimesini inzal etti: “(Ey Peygamber!) Onları siz öldürmediniz, fakat Allah öldürdü. Attığın zaman da Sen atmadın, fakat Allah attı. Ve bunu, mü’minleri güzel bir imtihanla denemek için (yaptı). Şüphesiz Allah, işitendir, bilendir.”
UHUD SAVAŞI Bedir zaferinin arkasından gelen Uhud Harbi ise, Hazret-i Hamza’nın mübarek kanı ile boyandı. O’nunla şehid sayısı yetmişe yükseldi. Şehidlerin namazlarının kılınması için Hazret-i Hamza başta olmak üzere on şehid getiriliyor, namazdan sonra dokuzu defnediliyordu. Yine Hazret-i Hamza’nın yanına dokuz şehid daha getiriliyor, tekrar cenaze namazı kılınıyordu. Resulullah, sevgili amcası ve şehidlerin efendisi olan bu mübarek şehidin cenaze namazını defalarca tekrarlamıştır.[11] İşte Bedir zaferinin ardından gelen Uhud Harbi’nde böyle dehşetli hüzün manzaraları sergileniyordu. Hayatın bütün acı ve tatlı safhaları büyük bir kulluk olgunluğu içinde yaşanıyordu. Tevekkül, teslimiyet ve kadere rıza hali zirvedeydi. Mü’minlerin en ağır imtihanlarından biri olan Uhud’da bir ara müşrikler, Resulullah’ın yanına iyice yaklaştılar. Attıkları ok ve taşlarla Efendimiz’in mübarek rebaiye dişi[12] kırıldı. alemlere nur saçan mübarek alnı, gül yüzü ve bütün insanlara rahmet müjdeleyen mübarek dudakları yaralanıp kanadı. Kan yüzüne akmaya başladı. Miğferin halkalarından ikisi Resulullah’ın yanağının üst tarafına battı. Efendimiz, fasık Ebu amir’in müslümanları düşürmek için kazdığı çukurlardan birinin içine düştü. Hazret-i Ali, Allah Resulü’nün elinden tuttu, Talha bin Ubeydullah da ayağa kaldırıp çukurdan çıkardı.[13] Hazret-i Ebubekir şöyle anlatır: “Uhud günü müşrikler Resulullah’a yöneldiğinde, O’nun yanına koşup gelenlerin ilki ben oldum. Arkamdan birisinin de adeta kuş gibi uçarak Allah Resulü’nün yanına yetişmek istediğini gördüm. Bir de baktım ki o, Ebu Ubeyde bin Cerrah (r.a.) imiş. Resulullah’ın miğferinin halkalarından ikisinin iki şakağına battığını görünce, Ebu Ubeyde bana: –Rica ediyorum, Allah aşkına benimle Resulullah’ın arasından çekilir misin?! Müsaade edersen Resulullah’ın şakağından halkayı ben çıkarayım! diyerek o şerefin kendisine ait olmasını arzu ettiğini söyledi. Allah Resulü’ne eziyet vermemek için, batan halkayı eliyle değil de dişiyle tuttu ve çıkardı. Bu esnada kendi dişi de kırıldı. Sonra Efendimiz’in diğer yanağına baktı. Yine bana: –Allah aşkına, benimle Resulullah’ın arasından çekilir misin?! dedi. Diğer halkayı da ön dişleriyle çıkardı. O esnada bir dişi daha kırıldı. Bu sebeple Ebu Ubeyde bin Cerrah’ın (r.a.) iki dişi eksikti.” (Vakıdi, I, 246-247; İbn-i Sa’d, III, 410; Hakim, III, 29/4315; Beyhaki, Delailü’n-Nübüvve, III, 263) O an bütün Ashab-ı Kiram ve melekler, derin bir mateme büründüler. Cereyan eden hadiseler çok ağırlarına gitmişti. Sahabe-i Kiram: “–Ya Resulallah! Müşriklere beddua etseniz?!” dediler. Resul-i Ekrem ise: “–Allah Teala beni lanetleyici ve kötüleyici olarak göndermedi. Bilakis Hakk’a davet etmek için ve rahmet olarak gönderdi. Allah’ım! Kavmime hidayet ver. Çünkü onlar bilmiyorlar.” diye dua buyurdular. (Beyhaki, Şuab, II, 164; Kadı Iyaz, eş-Şifa, I, 95. Bkz. Müslim, Birr, 87; Heysemi, VI, 117; İbn-i Hibban, III, 254/973) Resulullah Efendimiz’in bu ka’bına varılmaz derecede yüksek ahlakıyla ilgili olarak Hazret-i Ömer, mersiyesinde şöyle buyurmuştur: “Anam-babam Sana feda olsun ya Resulallah! Nuh (a.s.) kavmi için: Rabbim! Yeryüzünde kafirlerden hiç kimseyi bırakma![14] diye beddua etmişti. Şayet Sen de bizim aleyhimize böyle dua etseydin, son neferimize kadar hepimiz helak olurduk. Sen’in mübarek sırtına basıldı, yüzün yaralanıp kanatıldı, dişin kırıldı, lakin Sen hayırdan başka bir şey söylemedin! Sadece: Allah’ım, kavmimi mağfiret et! Çünkü onlar bilmiyorlar. buyurdun.” (Kadı Iyaz, eş-Şifa, I, 95) İşte mü’minlerin çetin bir imtihanı olan Uhud Harbi’nde böyle dikkat çekici ve hassas sahneler yaşandı. Ashab-ı Kiram, Bedir’de Allah Resulü’ne kayıtsız şartsız ittiba halinde idi. Ve O’na: “–Ey Allah’ın Resulü! Biz Sana inandık, taraf-ı Bari’den getirdiğin Kur’an’ın hak olduğuna samimiyetle itikad ettik ve Sana itaat ve ittiba etmek üzere ahd ü misak eyledik. Nasıl dilersen o surette hareket et, bize emret, biz Sen’inle beraberiz. Sen’i gönderen Allah hakkı için denize girer isen, Sen’inle beraber gireriz, hiçbirimiz geri kalmayız!..”[15] diyen ashab, ilahi bir heyecan şeraresinin zirvesinde idi. Uhud’da ise, Allah Resulü’nün emr-i şerifini yerine getirmekte bir anlık gaflet edilmesi ve dünya malına cüz’i bir temayül, savaşın kaderini değiştirmiş, ikaz-ı ilahi tecelli ederek muzafferiyetin gecikmesine sebep olmuştur. Yaşanan bütün bu tecelliler sebebiyle Uhud, Resulullah’ın gönlünde müstesna bir kıymet kazanmıştır. Efendimiz ömrü boyunca Uhud’u ve Uhud şehidlerini ziyarete devam etmiş, zaman zaman da: “Biz Uhud’u severiz, Uhud da bizi sever!..”[16] buyurmuştur. İşte böylesine ulvi mazhariyetlere nail olan şehidler meşhedi Uhud, Allah Resulü’nün muhabbetiyle sırılsıklam ıslanmış bir mekan olarak, kıyamete kadar ümmete müstesna bir ziyaretgah kılınmıştır. HENDEK SAVAŞI Hendek Harbi’nde Varlık Nuru, hiç kimsenin kırmaya muvaffak olamadığı sert bir kayayı kırarken; ilk vuruşta Şam’ın (Bizans), ikincisinde iran’ın, üçüncü vuruşta da Yemen’in anahtarlarının kendisine verildiğini ve bulunduğu yerden bu memleketlerin saraylarını görmekte olduğunu ifade buyurdu.[17] Böylece bütün bu memleketlerin ila-yı kelimetullah ile aydınlanacağı müjde ve vaadini vererek, ümitsiz gönüllere, gelecek zaferlerin heyecanıyla ümit zerkediyordu. Hakk’ın nurunun, yakın bir gelecekte batıl karanlığını mutlaka imha edeceğini müjdeliyor, olmazların olur halinde teselsül edeceği cihanşümul bir hidayet haritası çiziyordu. Hendek, ıztırap, yorgunluk, açlık, soğuk ve karanlık, yani binbir meşakkat ve çile kumkumasıydı. Allah Resulü: “Allah’ım! Hayat, ancak ahiret hayatıdır. Ensar ve Muhacirin’e yardım eyle!..” (Buhari, Meğazi, 29) niyazıyla, dünyadaki bütün ıztırap ve yorgunlukların ahiretin sonsuzluğu karşısında değersiz olduğunu ifade ederek, ashabına ahireti hedef olarak gösteriyordu. MEKKE’NİN FETHİ Ardı ardına yaşanan zaferler neticesinde Mekke, Hudeybiye’nin bir müjdesi olarak af, sulh, emniyet ve hidayetin içiçe olduğu ruhani bir fetihle asli sahiplerine, yani ciğerparelerine sinesini açtı. Iztırap, zulüm ve meşakkatlerle dolu Mekke hasreti sona erdi. Yılların hüznü, sürura inkılab etti. Allah’ın bu büyük nimetine şükrane olarak tarihin en büyük affı sergilendi. Bunun neticesinde vaktiyle birçok müslümanı katletmiş olan zalim ve caniler bile, hidayet şerefine erdiler. Bu sırada Ensar-ı güzin, Resulullah’ın kendi memleketi, vatanı ve doğduğu yer olan Mekke’yi fethetmesi sebebiyle aralarında: “–Allah, Resulullah’a Mekke’nin fethini nasib etti. Artık O, Mekke’de kalır, Medine’ye dönmez!..” diye hayıflanmaya başladılar. Ensar, sadece kendi aralarında bu şekilde konuşmalarına rağmen, Allah Resulü onların düşüncelerini kendilerine haber verdi. Mahcub olup konuştuklarını itiraf ettiler. Bunun üzerine Resulullah Ensar’a: “–Ey Ensar! Böyle bir şey yapmaktan Allah’a sığınırım! Ben sizin memleketinize hicret ettim. Hayatım da ölümüm de sizinle olacaktır…” buyurarak ka’bına varılmaz bir vefa örneği sergiledi. Ardından tekrar Medine-i Münevvere’ye döndü. (Müslim, Cihad, 84, 86; Ahmed, II, 538) PEYGAMBERİMİZİN SAVAŞLARI Daha önce eline kılıç almamış, askeri talim görmemiş, ancak bir defa seyirci olarak savaşa katılmış olan bu yüce Peygamber, bütün insanlığı ihata eden engin merhametine rağmen, ictimai sulh ve tevhid mücadelesi uğruna mecburen en çetin savaşlardan bile geri kalmayan bir asker oldu. Dokuz yıl içinde, çoğu zaman düşmana karşı az olan askeri gücü ile bütün Arabistan’ı fethetti. Devrinin başıbozuk, disiplinsiz insanlarına aşıladığı ruhani güç ve verdiği askeri eğitim ile fütuhatta mucizevi bir başarı elde etti. O derecede ki, ardından gelenler, zamanın en heybetli ve güçlü iki devleti olan Rum ve Pers imparatorluklarını hezimete uğrattılar. Böylece, O’nun çok önceden Hendek’te verdiği müjde ve vaad gerçekleşmiş oldu. Bütün menfi şartlara rağmen insanlık tarihinin en büyük inkılabını gerçekleştirmiş olan Allah Resulü, zalimleri sindirdi, mazlumların gözyaşlarını dindirdi. Yetimlerin saçlarına O’nun mübarek elleri tarak oldu. O’nun şifa ve teselli menbaı varlığıyla gönüller gam ve kederden kurtuldu. Merhum Mehmed akif, bu manzarayı ne güzel ifade eder: Derken, büyümüş, kırkına gelmişti ki Öksüz, Başlarda gezen kanlı ayaklar suya erdi! Bir nefhada[18] insanlığı kurtardı o Masum, Bir hamlede kayserleri, kisraları serdi! Aczin ki ezilmekti bütün hakkı, dirildi; Zulmün ki, zeval aklına gelmezdi, geberdi! alemlere rahmetti, evet, şer’-i mübini, Şehbalini adl isteyenin yurduna gerdi.. Dünya neye sahipse, O’nun vergisidir hep; Medyun O’na cem’iyyeti, medyun O’na ferdi.. Medyundur o Masum’a bütün bir beşeriyyet… Ya Rab, bizi mahşerde bu ikrar ile haşret!.. Şayet bütün faziletleri kendisinde cem eden Hazret-i Peygamber dünyayı teşrif etmeseydi, insanlar, kıyamete kadar zulmün ve vahşetin içinde kalır, güçsüzler güçlülerin esiri olurdu. Muvazene şer lehine bozulurdu. Dünya, zalimlere ve güçlülere ait olurdu. Şair bu hali ne güzel dile getirmiştir: Ya Resulallah, eğer Sen, gelmeseydin aleme, Güller açmaz, bülbül ötmez, meçhul esma adem’e[19] Varlığın manası kalmaz gark olurdu mateme!.. PEYGAMBERİMİZİN HAYATINDAN KESİTLER Resulullah 29 gazve ve 91 seriyye olmak üzere pek çok askeri faaliyette bulundu. Mekke’nin fethi ile kökleşen İslamiyet; “Bugün size dininizi ikmal ettim. Üzerinize olan nimetimi tamamladım… Ve sizin için din olarak İslam’ı seçtim!.” (el-Maide, 3) ayetiyle kemale erdi. Artık en büyük firkat ve vuslatın vakti gelmişti. Allah’ın Habibi, hastalanmasından bir gün önce, Medine’nin Cennetü’l-Baki denilen mezarlığına gitti. Ölüler için: “–Ey büyük Allah’ım! Burada yatanlardan mağfiretini esirgeme!” diyerek dua buyurdu. (Ahmed, III, 489) Bu suretle ölülerle adeta vedalaşmış oldu. Mezarlıktan döndükten sonra da, sıra ashabıyla vedalaşmaya gelmişti. Onlara son nasihatlerinde bulundu ve: “Şanı yüce olan Allah, bir kulunu, dünya ve onun ziyneti ile kendi katındaki nimetler arasında muhayyer bıraktı. O kul da, Allah katındakileri tercih etti!..” buyurdu. Bu sözler üzerine hassas ve rakik kalpli Hazret-i Ebubekir, Hazret-i Peygamber’in kendilerine bir veda hitabında bulunduğunu hissetti. Büyük bir hüzne gark olarak yüreği mahzunlaştı; gönlünden ve gözlerinden yaşlar dökülmeye başladı. Hıçkıra hıçkıra: “–Anam, babam Sana feda olsun ya Resulallah! Hatta sana mallarımızı, canlarımızı ve evlatlarımızı da feda ederiz…” dedi. (Ahmed, III, 91) Cemaat içinde O’ndan başka hiç kimse, Hazret-i Peygamber’in derin hissiyatını kavrayamamış, bu inceliği hissedememişti. Çünkü ayet-i kerimede bahsedilen Sevr’deki “ikinin ikincisi” yalnız Hazret-i Ebubekir idi. Sahabi, Resulullah’ın bu aziz arkadaşının ağladığını görünce, büyük bir hayretle birbirlerine: “–Resulullah, Rabbine kavuşmayı tercih eden salih kişiden bahsederken, şu ihtiyarın ağlamasına şaşmaz mısınız?!.” dediler. (Buhari, Salat, 80) Oysa Hazret-i Ebubekir’in hassas ve rakik kalbi, büyük vedayı sezmiş ve ayrılıklardan şikayet eden bir ney gibi feryada başlamıştı. Cennet hanımlarının efendisi Fatıma annemiz, mübarek babaları Rahmet Peygamberi’nin fani ayrılığından o kadar mahzun oldular ki, kabr-i şerifinden bir avuç toprak alıp kokladıktan ve gözlerine sürdükten sonra şu sözleri ifade buyurdular: “Ahmed’in (a.s.) toprağını koklayanın hali ne mi olur; ömür boyu güzel koku koklamamak! (Yani onun çok pahalı güzel kokular sürünmesine ihtiyaç kalmaz.) Fahr-i Kainat’ın ukba alemini teşrifleri ile benim üzerime öyle musibetler döküldü ki, şayet bu musibetler gündüzlerin üzerine dökülseydi o nurlu gündüzler kapkara gece kesilirdi.” (İbnü’l-Cevzi, el-Vefa, II, 803, 813, İbn-i Seyyid, Uyunü’l-Eser, II, 451; Kastalani, II, 501; Diyarbekri, II, 173) Allah Resulü, bize Kur’an ve Sünnet gibi iki büyük rehber bıraktı. Kur’an-ı Kerim ve Sünnet, dünya ve ahiretin saadet reçetesi, Varlık Nuru’nun ebedi hatırasıdır. VEDA HACCI En nihayet Veda Haccı’nda dinin tamamlanıp kemale erdiği bildirildi. Bu aynı zamanda, alemlere rahmet olarak gönderilen O yüce varlığın, vazifesini tamamlamış ve Rabbine dönme zamanının gelmiş bulunduğunu da zımnen ifade ediyordu. Varlık Nuru, sahabesinden dini tebliğ ettiğine dair: “Ashabım! Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi? Tebliğ ettim mi?” diyerek üç defa tasdik aldı. Sonra ellerini semaya kaldırarak Cenab-ı Hak’tan şehadet diledi: “Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab! Şahid ol ya Rab!..” Böylece yirmi üç senede gelen mukaddes emanet, kıyamete kadar gelecek bütün ümmete ebedi bir rahmet olarak tevdi edilmiş oldu. PEYGAMBER EFENDİMİZ NE ZAMAN VE NEREDE VEFAT ETTİ? Medine’ye dönüşlerinden sonra on üç gün kadar süren çetin bir hastalık neticesinde miladi 632 yılının 8 Haziran’ı, hicri 11. yılın 12 Rabiulevvel Pazartesi günü kendilerine cemal ufukları açıldı. “Refik-ı A’la”sına kavuştu. Varlık Nuru’nun iki kürek kemiği arasında nübüvvetine ait ilahi bir nişan vardı. Birçok sahabi, onu öpebilmenin aşkı ve hasreti içinde yaşardı. Resul-i Ekrem Efendimiz, ebedi aleme göç ettikleri zaman, mübarek yüzlerinde hiçbir değişiklik görülmediği için, ashab-ı kiram, O’nun ahirete intikalinden şüpheye düştüler. Bunun üzerine Efendimiz’in yakınlarından Esma bint-i Ümeys (r.a.), arkalarındaki mübarek Nübüvvet Mührü’nü aradı. Kaybolduğunu görünce, ukba alemini şereflendirdikleri kat’i olarak anlaşılmış oldu. (İbn-i Sa’d, II, 272; İbn-i Kesir, el-Bidaye, V, 231) Din kemale ermiş, sahabeden tebliğin bizzat tasdiki alınmış ve Cenab-ı Hakk’a da şahid olması arz edilmişti. Ardından Varlık Nuru, ebediyet alemine çağrıldı. Artık O, mahşerde, sıratta ve Kevser Havuzu’nun başında ümmetini beklemektedir. Şefaat ya Resulallah! Meded ya Resulallah! Dahilek ya Resulallah!.. PAZARTESİ GÜNÜ GERÇEKLEŞEN ÖNEMLİ HADİSELER 12 Rabiulevvel Pazartesi günü doğup dünyayı şereflendirmişlerdi. Ve yine bir pazartesi günü Allah tarafından kendilerine nübüvvet vazifesi verilmişti. Ebu Katade Hazretleri şöyle der: Resulullah’a pazartesi günü oruç tutmanın fazileti soruldu. Şöyle buyurdular: “O gün, benim doğduğum ve Peygamber olduğum (veya bana vahiy geldiği) gündür.” (Müslim, Sıyam, 197-198) Yine bir pazartesi sabahı, Medine’ye girerek yeni kurulan ve kıyamete kadar devam edecek olan İslam devletinin temelini atmışlardı. Ve nihayet bir pazartesi günü de, ahiret alemine intikal ettiler. İbn-i Abbas’tan (r.a.) şöyle rivayet edilmiştir: “Hazret-i Peygamber, pazartesi günü doğdu, pazartesi günü Peygamber oldu, pazartesi Mekke’den Medine’ye hicret etti, pazartesi günü Medine’ye vardı, pazartesi günü vefat etti. Pazartesi günü (Kabe’de hakemlik yaparak) Hacer-i Esved’i yerine koydu. Pazartesi günü Bedir zaferini kazandı. Pazartesi günü Bugün size dininizi tamamladım. (el-Maide, 3) ayeti nazil oldu.” (Ahmed, I, 277; Heysemi, I, 196) O’nun doğumu, Peygamberliği, hicreti ve irtihalinin, ilahi bir tecelli olarak hep pazartesi günlerine rastlaması, bu günün kudsiyyetinin ve öneminin bir nişanesidir. Cemal ve celal tecellisi olarak; sevincin heyecanı ve hüznün burukluğu beraber yaşanmaktadır. Gönül ikliminde bayram neş’esi ile irtihal elemleri, zıt bir hassasiyet beraberliği içindedir. Allah Resulü’nün fani dünyadan ebedi saadet alemine irtihali ile O’ndan mahrum kalan dünyanın vefasızlığını, Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri şu mısraları ile tasvir eder: Kim umar senden vefayı Yalan dünya değil misin? Muhammedü’l-Mustafa’yı Alan dünya değil misin? [1] Save, Hemdan ile Kum arasında, Tahran’ın 125 km. güneybatısında bir göldür. Suyu çekilince yerine Save şehri kurulmuştur. [2] Bkz. İbn-i Kesir, el-Bidaye, II, 273. [3] Buhari, Menakıbü’l-Ensar, 20; Müslim, Fedailü’s-Sahabe, 74-76. [4] Deylemi, II, 165/2828. [5] Bkz. et-Tevbe, 40. [6] Bu hususta tafsilatlı bilgi için bkz. Osman Nuri Topbaş, Hazret-i Muhammed Mustafa, c. I, sf. 130-140. [7] arif Nihat Asya, Dualar ve aminler, İstanbul 1973, s. 122. [8] Dolunay üzerimize doğdu. [9] Bkz. Buhari, Büyu, 1. [10] Bkz. Buhari, Meğazi, 11. [11] Bkz. İbn-i Mace, Cenaiz, 28. [12] Rebaiye: Ön dişleriyle azı dişi arasındaki diş. [13] Bkz. İbn-i Hişam, III, 26-27. [14] Nuh, 26. [15] Müslim, Cihad, 83; Vakıdi, I, 48-49; İbn-i Hişam, II, 253-254. [16] Buhari, Cihad, 71; Müslim, Hacc, 504. [17] Bkz. Ahmed, IV, 303; İbn-i Sa’d, IV, 83, 84. [18] Nefha: Nefes, üfürme, esinti. İsrafil (a.s.) kıyametin kopmasından sonra bir nefha ile, yani Sur’a bir defa üflemeyle bütün ölüleri tekrar dirilttiği gibi Resulullah da Peygamberlik nefhasıyla zulüm ve cehalet karanlıklarında manen ölmüş bulunan insanları ihya etmiştir. [19] Allah bütün eşyanın ismini Hazret-i adem’e (a.s.) öğretmez ve eşyanın isimleri O’na meçhul kalırdı. (Bkz. el-Bakara, 31)