Kanaat ve Tevekkül Nedir ?

Konusu 'Dini bilgiler' forumundadır ve Adile tarafından 15 Ocak 2014 başlatılmıştır.

  1. Adile

    Adile Admin

    Öğrenilmiş ve öğretilen iki yanlış!

    Bir maksadın ele geçmesi için öteden beri bilinen çareler, tedbirler, yollar ne ise onları uygulamak gerekir. Çünkü Allah, bu alemde herşeyin, her hadisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çarelerin tatbik edilmesine bağlamıştır. Buna ‘tesbib hikmeti’ denir.


    Yani birseyin yaratılmasi, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçeklesir. Allah’ın adeti bu sekilde devam etmektedir.

    “Çalışmak veya çalışmamak fark etmez. Nasibin varsa gelir, yoksa gelmez. Günlük yevmiyemizi kazandık. Bu kadar çalışma yeter. Bunlar da amma çalışıyorlar. Durmak, dinlenmek bilmezler. Elindekiyle yetinmesini bilmelisin. Ne kadarda kanaatsiz. Tedbirini alsan da almasan da değişmez. Tevekkül et!”


    Bunlar günlük yaşantımızda çok kereler duyduğumuz sözler. Bu ve buna benzer sözler iki kelimeyi yanlış bilmemizden/öğrenmemizden kaynaklanır. ‘Tevekül’ ve ‘kanaat’.
    Evet insan kanaatkar olmalıdır. Elindekilerle yetinmesini bilmelidir. Ama kazançlarıyla yetinmelidir. Bizler birşeyler için sürekli gayret gösteririz. Çalışırız, didiniriz. Önümüzde yaptığımız işler ve sonuçları var. Yani emek ve mahsul. İşte can alıcı nokta burada. Emeğin kendisine, eyleme, çalışmaya kanaat etmemek. “Ve (yine bildirilmedi mi ki) şüphesiz insan için, (kendi) çalıştığından başkası yoktur..” (Necm, 32) Bunların sonucunda elde edilen mahsule, kazanca, meyvelere, ürünlere kanaat etmek. Emeğe, çalışmaya kanaat kötülenmiştir. Neticeye kanaat övülmüştür. Kazanca kanaat, işe olan gayretimizi, heyecanımızı, meylimizi artırır. İşte büyük zatların hayatları. Çalışmaları olan ibadetlere, hizmetlere kanaat etmemişlerdir. Daha fazla çalışmak istemişlerdir. Hizmetlerine vaktin yetmediğinden şikayetçi olmuşlardır. İşte ecdadımız.. Gözümüzün önünde Avrupa, Japonya ve diğer gelişmiş ülkeler.

    Emeğin kendisine olan kanaatimiz ise şevk ve gayretimizi binden bire indirir. Ve bizlere, “Çalışıyorum. Elime hiç bir şey geçmiyor! Ne için bu işe gideyim? Neden bunu yapayım, devam edeyim?” sözlerini söylettirir. Bizleri atalet zindanlarına atar. Ertesi gün olan işe meylimizi kırar. İhtiyaç, fakirlik belasıyla karşı karşı bırakır. İşte bizler!

    Gelelim ikinci kelime olan ‘tevekkül’e… İnsanlar, peygamberlerin getirdikleri ilahi şeriatlere ve Allah’ın koyduğu tabiat kanunlarına muhatap olurlar. İlahi şeriatlere muhalefetin cezası çoğunlukla ahirete kalırken, tabiat kanunlarına muhalefetin cezasını hemen görürler. Küçük-büyük, insan- hayvan, zalim-mazlum fark etmez.

    Bir maksadın ele geçmesi için öteden beri bilinen çareler, tedbirler, yollar ne ise onları uygulamak gerekir. Çünkü Allah, bu alemde herşeyin, her hadisenin meydana gelmesini birtakım sebeplerin ve çarelerin tatbik edilmesine bağlamıştır. Buna ‘tesbib hikmeti’ denir. Yani birseyin yaratılmasi, bir isteğin verilmesi, onunla ilgili sebeplerin meydana gelişinden sonra gerçeklesir. Allah’ın adeti bu sekilde devam etmektedir.

    Tevekkül demek, vazifeyi, yapılacak işi, görevi Allah’a havale etmek değil; netice hakkındaki emri ve kararı Ona bırakmak demektir. “...Bir kere azmettin mi artik Allah`a tevekkül et.” (al-i İmran, 159) mealindeki ayet buna işaret eder.

    Bir çok insan burada hataya düşerek tevekkülü, vazifenin ifasını, Allah’a havale etmek sanarak tembelliğe düşerler. Sebeblere sarılmadan Allah’a yapılan tevekkül, tevekkül değil tembelliktir. Bu da İslamiyette menedilmiştir. Resûlullah Efendimiz (asm) “Devemi bırakıp tevekkül edeyim.” diyene “Bağla da öyle tevekkül et!” (İbn-i Asakir) buyurmuşlardir.

    “Hani bir zamanlar Mûsa kavmi için su istemisti, biz de: ‘Asanla taşa vur!’ demiştik, bunun üzerine o taştan on iki pınar fışkırmıstı...» Elmalılı Hamdi Yazır bu ayetin tefsirinde şunları söylüyor: “Hz. Mûsa, susuzluktan ve kuraklıktan yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak’tan su diliyor, yağmur duasına çıkıyor. Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulade bir nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları’nın on iki boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve bununla yüce varlığına ve ilahi inayetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine bahşediyor ki, duanın arkasından fiili bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, ‘asan ile taşa vur!’ diyor.” (Hak Dini Kur’an Dili, Bakara 1/60. ayetin tefsiri)

    Sebeblere müraacat etmek fiili bir duadır. Sebeblerin, hadisenin meydana gelişinde hiçbir tesirleri yoktur. Sebeblere yapışmak demek Allah’ın adetine uygun hareket etmek, başarıyı o yoldan istemek demektir. “Ben böyle yaptım. Onun için kazandık. Bu sebebler olmasaydı işler olmazdı. Bunlar olduğu için şunlar oldu” gibi sözler oldukça yanlış olur. Çünkü hiçbir sebebin haddi değil ki küçük bir ekmek için koca dünyayı güneş etrafında döndürsün. Gece - gündüzü getirsin. Rüzgara hükmedip, bulutlardan rahmet damlalarını sağsın. İnce, nazik olan köklere, taşları ve toprağı deldirsin.

    alemde bu ilahi adeti gördükten sonra bize düşen iş; kendi vazifemizle Allah’ın vazifesini karıştırmamak. Bizim vazifemiz: yapılacak bir işin şartlarını, kurallarını, vesilelerini bulmak ve elden geldiği kadar tatbik etmek. Neticeyi Allah’a bırakmak. Neticeyi vermek, vermemek, az vermek, çok vermek O’nun elindedir.

    Netice-i kelam: Emeğe değil, mahsule kanaat etmek; vazifeyi havale değil, neticeyi Allah’a bırakmak; sebeblerin icadda tesir sahibi olmadığını bilmek ‘kanaat’ ve ‘tevekkül’ mevzusunun özüdür.
     
    Son düzenleme: 21 Nisan 2014