Kur’an’ı Kerim’de bir ayette mealen, “Allah sizlerin mallarınıza, güzelliğinize bakmaz ancak sizlerin kalplerine bakar. Gönlünüzdekini bilir.” buyuruyor. Yani bir müslüman için önemli olan Allah’a yakınlaşmak için çırpınan ve Muhabbetullah’ı barından bir kalp herşeyden önce gelir. En büyük korkusu ise kalbin kararması yani ölmesidir. Mevlana Hazretleri buyurur: “İnsanların çoğu, bedenlerinin ölümünden korkarlar. Asıl korkulması gereken husus, kalplerin ölümüdür.” İnsan en çok; zelzele, tsunami, savaş, yangın gibi can kaybının fazla olduğu maddî felaketlerden korkar. Fakat esas korkulması gereken şey, kalbî hayata zehir serpen günahlardır. O günahlar sebebiyle kabir ve ahirette karşılaşılacak dehşetli manzaralardan korkulmalıdır. Her günah, kalbe düşen kara bir lekedir. Kalp, günah kirleriyle tamamen kararıp manen hayatiyetini kaybettiğinde; hayır ile şerri, hakla batılı, doğruyla yanlışı ayırt etme hassasiyetini de yitirir. Bu yüzden en ağır cürümleri bile, adeta tatlı bir mûsikî dinler gibi, vicdanında en ufak bir rahatsızlık duymadan işleyebilir. Günahlardan sakınma hassasiyetini yitiren o kalp, artık kabir çukurundaki bir cenazeden farksızdır. En fecî gaflet de, kişinin manen ölü bir kalbe sahip olmasına rağmen, bunun farkında bile olmamasıdır. BAŞIMIZA GELEBİLECEK ASIL FELAKET NEDİR? Vehb bin Münebbih –rahmetullahi aleyh– der ki: “İnsanlar ne kadar da tuhaf! Bedeni ölenlere ağlıyorlar da gönlü ölenlere ağlamıyorlar. Oysa asıl felaket, gönlün ölmesidir!” Zira ölü bir gönül, istikamet ayarı olmayan, okyanus ortasında dümeni kırılmış bir gemi gibidir. Hangi girdapta helak olacağı meçhuldür. Bu yüzden, yanlış yönlere ve yollara düşmekten kurtulamaz. Ömer bin Abdülazîz –rahmetullahi aleyh-’in şu sözleri, bu hakîkati ne güzel ifade eder: “Haramlar bir ateştir. Ona ancak (kalbi) ölüler uzanır. Eğer el uzatanlar diri olsalardı, o ateşin acısını muhakkak duyarlardı.” Abdullah ibn-i Mes’ûd –radıyallahu anh– da diri kalple ölü kalbin farkını şöyle ifade buyurmuştur: “Mü’min, günahını, altında oturduğu ve sanki üzerine her an düşme tehlikesi olan bir dağ gibi (büyük ve ağır) görür. Bu koca dağ üzerime düşer mi, diye korkar durur. Facir (günahkar) ise günahını, burnunun üzerinden geçen bir sinek gibi (ehemmiyetsiz) görür.” (Buharî, Deavat, 4; Müslim, Tevbe, 3) Gafil kalpler, dünyevî plandaki kayıpları için üzülüp bir daha böyle bir zarara uğramamak için bin bir çare düşünürler. Fakat ebedî hayatlarını tehlikeye atan manevî kayıplara aldırış etmezler. Mesela bedenî bir hastalığa yakalandıklarında; doktora koşup, tedaviye, ilaca, tedbire sarıldıkları halde, ne yazık ki, maneviyata zehir serpen tehlikeler karşısında, aynı hassasiyeti gösteremezler. Gaflet sarhoşluğu içinde, ruhlarının mahvoluşuna kayıtsız kalırlar. Bu hal, onların bütün davranışlarında kendini gösterir. Mesela, evlatlarının iyi bir diploması ve parlak bir dünyevî istikbali olsun diye gösterdikleri endişe ve gayretin cüz’î bir miktarını bile, onların uhrevî diploması ve ebedî istikbali için gösteremezler. Halbuki bu fanî cihandaki en değerli tahsil, “Hakk’a kulluğun” tahsilidir, “marifetullah”ın tahsilidir. Hak dostlarından Sami Efendi Hazretleri’ni ziyarete gelen biri, hem Hazret’in duasını almak, hem de yeğenlerini tanıştırmak ister. Huzûruna girip el öperken, adeta bir övünme edasıyla: “–Efendim! Bu delikanlılar Amerika’da okuyup mühendis oldular. Dualarınızı istirham ederiz!” diye takdim eder. Sami Efendi Hazretleri ise manidar bir tebessümle onlara: “–Fakir de Daru’l-Fünûn mezunuyum. Fakat asıl tahsil, marifetullah’ın tahsilidir!” buyurur.[1] Fadl bin Abbas –radıyallahu anh– şöyle der: “Doğrusu şu insanlara hayret ediyorum; bir çocuğum öldüğünde binlercesi gelip başsağlığı diliyor da, mesela bir vakit cemaatle namazı kaçırdığım için kimse gelip bana taziyede bulunmuyor, teessürlerini bildirmiyor. Yeminle söylüyorum; bir vakit cemaatte bulunmamam, benim için, yetişmiş, alim ve salih bir çocuğumun ölümünden çok daha büyük bir musîbettir.” Ebû’l-Hasan Harakānî Hazretleri de insanoğlunun manevî kayıplar karşısındaki umûmî gafletine dikkat çekerek şu îkazda bulunur: “Tandırdan elbisene bir kıvılcım sıçrasa, hemen onu söndürmeye koşuyorsun! Peki dînini yakacak olan bir ateşin, mesela kibir, haset ve riya gibi kötü sıfatların kalbinde durmasına nasıl müsaade edebiliyorsun?!”[2] Velhasıl Hak dostları nazarında asıl endişe edilmesi gereken şey, insanın ebedî hayatını tehlikeye atan manevî zararlardır.