Müflis Kime Denir? İman ve salih amellerle intikal edemeyen biri, dünyada nimetler içinde yüzmüş bile olsa, hakikatte zavallı bir müflistir. İman ve salih amellerle intikal edemeyen biri, dünyada nimetler içinde yüzmüş bile olsa, hakikatte zavallı bir müflistir. Buna mukabil insan, hiçbir dünyalığa malik olmasa da iman sahibiyse, aslında her şeye sahip demektir. Zira iman ve salih amellerin getireceği saadet, ebedi bir saltanattır. Mevlana Hazretleri buyurur: “İnanç azlığından meydana gelen derde acımak gerekir. Çünkü o derdin dermanı yoktur.” Asıl acınacak dert, imandan mahrumiyettir. Zira insanın bu dünyada hiçbir şeyi olmasa, nihayetinde bu, muayyen bir vakit içindir. Fakat imandan nasipsizlik, ebedi bir mahrumiyet sebebidir. EN TEHLİKELİ NASİPSİZLİK imandan mahrum bir insana bütün nimetler verilse ve o, dünyada bin yıl saltanat sürse, yine de bir gün ölecek ve eli boş olarak dünyayı terk edecektir. Unutmayalım ki üzerimizdeki Güneş; bir müddet yeryüzünde zulümle saltanat sürmüş olan Firavunların, Hamanların, Nemrutların, Hülaguların, adların, Semûdların saraylarını, köşklerini, hazinelerini aydınlatan, sonra da harabelerinin üzerine haşmetle doğan aynı Güneş’tir. Fani kuvvet ve kudretlerine mağrur olarak Allah’a baş kaldıran o zalimlerin arkasından, ne semalar ağlamış, ne gözler yaşarmış, ne de gönüller sızlamıştır. Bilakis onlar, mazlumların ahları ve bedduaları ile tarihin çöplüğünde çürüyüp gitmişlerdir. Bir zamanlar saltanat sürdükleri yerleri, şimdi baykuşlar ve köpekler şenlendirmektedir… Yani ebedi aleme, iman ve salih amellerle intikal edemeyen biri, dünyada nimetler içinde yüzmüş bile olsa, hakikatte zavallı bir müflistir. Buna mukabil insan, hiçbir dünyalığa malik olmasa da iman sahibiyse, aslında her şeye sahip demektir. Zira iman ve salih amellerin getireceği saadet, ebedi bir saltanattır. ASIL HAYAT ASIL SAaDET Rasûlullah –sallallahu aleyhi ve sellem– Efendimiz’in ifade buyurduğu üzere; “…Asıl hayat, ahiret hayatıdır. Asıl saadet, ebediyet saadetidir!” (Buhari, Cihad 33, Salat 48) Mü’min bilir ki, ebediyet yolculuğundaki kısa bir konaklama yeri olan dünyada yaşanan mahrumiyetler ve çekilen çileler; ahiretteki azabın yanında bir hiçtir. Buna mukabil, dünyada sürülen zevk u safa ve saltanat, ahiretteki ebedi saadetin yanında bir hiç hükmündedir. Bu yüzden mü’min, fakr u zarûret içinde bile olsa, refah içindeki kafir ve fasıkların haline bakarak asla mahzun olmamalıdır. “…Üzülme, çünkü Allah bizimle beraberdir…” (et-Tevbe, 40) ayet-i kerimesi muktezasınca, Allah ile beraberliğin hazzıyla, bütün fani ıztırapları unutmalıdır. “Gevşeklik göstermeyin, mahzun olmayın. Eğer (gerçekten) iman etmiş kimseler iseniz, üstün gelecek olan sizsiniz.” (al-i İmran, 139) ayet-i kerimesi muktezasınca da, iman nimetinin sevinciyle huzur bulmalıdır. SEN’İ KAYBEDEN NEYİ BULDU? Ataullah el-İskenderi Hazretleri’nin şu niyazı, gerçek bir imanın gönle bahşettiği huzur haline, ne güzel bir misaldir: “Ya Rabbi! Sen’i bulan neyi kaybetti? Sen’i kaybeden neyi buldu?..” Velhasıl iman, her derdin dermanıdır. imanın gerçek lezzet ve huzurunu tatmış bir gönlü, hiçbir dünyevi iptila; buhran ve bunalımlara sürükleyemez. Nitekim bu fani alemde en çok çile çemberinden geçenler; başta peygamberler, veliler ve derecelerine göre salih kullardır. Fakat en huzurlu insanlar da yine onlardır. Sahabe-i kiram da bu iman neşvesiyle, hiçbir eza ve cefaya aldırmadılar. Hidayet nûrunu gönüllere taşımak için, yorgunluk ve bezginlik göstermeden, bir diyardan öbürüne fedakarca koştular. iman heyecanı ve lezzeti sayesinde, dünyevi korku, endişe ve arzularını geride bıraktılar. Cenab-ı Hak Tevbe Sûresi’nin 100. ayetinde, Muhacir ve Ensar’ı bizlere örnek nesil olarak takdim ediyor. Onların izinden giden ihsan sahiplerini de methediyor. İşte o örnek nesli takip eden ihsan ehli mü’minler de, karşılaştıkları eza ve cefaların, ya günahlarına kefaret, ya da derecelerinin yükselmesine vesile olduğu şuuruyla, müsterih bir kalp ve huzurlu bir gönülle yaşarlar. Hadis-i şerifte buyrulur: “Mü’minin durumu gerçekten gıpta edilmeye ve hayranlığa değer. Çünkü her hali kendisi için bir hayır vesilesidir. Böylesi bir haslet sadece mü’minde vardır: Mü’min sevinecek olsa, şükreder; bu onun için hayır olur. Başına bir bela gelecek olsa, sabreder; bu da onun için hayır olur.” (Müslim, Zühd, 64) Dolayısıyla mü’min, hayatın acı-tatlı her imtihanından, manen kazançlı çıkmasını bilen bahtiyar kimsedir. Yani ehl-i dünya için zarar ve ziyan gibi görünen ve onları gam ve kedere gark eden hususlar, arif mü’minler nazarında; sabır, rıza ve hatta şükürle karşılanması gereken uhrevi kazanç vesileleridir. Allah’a ve ahirete imandan mahrum kalpler ise, bu gönül ufkundan nasipsiz oldukları için, en ufak bir çile karşısında feveran eder, ortalığı birbirine katar, şikayet ve isyana sürüklenirler. Dolayısıyla asıl acınacak mahrumiyet de, “iman” gibi muazzam bir huzur ve sekinet menbaından mahrum kalmaktır.