İnsanın Evren ve Allah karşısındaki konumu

Konusu 'Dini bilgiler' forumundadır ve saadet tarafından 11 Ocak 2017 başlatılmıştır.

  1. saadet

    saadet Moderatör Admin

    İnsanın Evren ve Allah karşısındaki konumu


    Bu başlık altında biz, “insanın Yüce Allah karşısındaki konumu nedir?” sorusuna cevap vermek niyetindeyiz. Cenâb-ı Hak bizi yanlış yazmaktan, okuyanları da yanlış anlamaktan muhafaza buyursun.

    İşe kelime-i tevhid ile başlayalım.

    “Zât-ı ilahiyyeyi zihinde canlandırılabilecek her şeyden beri kılmak anlamındaki tevhid ile burada “cümle” manasına gelen kelimeden oluşan “kelime-i tevhid” tabiri Allah’tan başka tanrının bulunmadığını ifade eden cümlenin adıdır. (D.V.İ.A. c. 25, s. 214)

    Cenâb-ı Hak bütün özellik ve güzelliklere (kemâl ve cemâl sıfatlarına) sahip olduğundan bütün yetkilerin O’na mahsus olduğunun bilinip ifade edilmesine tevhid diyoruz.

    KULLUĞU KABUL ETMEK

    Kelime-i tevhidi cân-u gönülden söylemek, kulluk listesinin altını “kabul ediyorum” anlamında imzalamaktır.

    Kelime-i tevhid nefiy ve ispattan meydana gelir. Nefiy, “lâ ilâhe” kısmıdır ki, “bütün sahte ilahları ve onlar etrafında oluşturulmuş yanlış inançları ret anlamına gelir. “La ilâhe” diyen bir müslüman, “tüm yanlışlara kendimi kapattım” demiş olur. Artı, Allah Teâlâ’nın sahip olduğu yüceliklere, özellik ve güzelliklere sahip başka bir varlığın olmadığını, dolayısıyla “Yüce Allah’ın dışında, kayıtsız şartsız emrine girilecek bir varlığın olmadığını kabul ediyorum demiş olur. “illellah’’ bölümünde ise “kulluk edilmeye layık tek zâtın Allah olduğunu kabul ediyorum” demiş olur. Çünkü Yüce Allah bütün cemâl ve kemâl sıfatlarına da sahiptir. Elbette, Âdil-i Mutlak oluşunun gereği celâl sıfatlarına da sahiptir.

    Yüce Allah zâtını Kur’ân-ı Kerim’de esmâ-ü hüsnâsıyla, âlemde yarattığı her bir varlığın delâletiyle, vicdanlarda ise yükselen sesiyle anlatır.

    Yüce Allah kendini anlatıyorsa, insana düşen de O’nu anlamaya çalışmaktır. Başarılabildiği kadarıyla bu anlama hayranlığı, hayranlık ta teslimiyeti getirecektir. Teslimiyet kulluk demektir. Kulluk, severek ve isteyerek, yani kendi irâde ve tercihiyle Allah’ın emrine girmek demektir. “Allah Teâlâ beni benden ve başkalarından çok daha iyi tanıyıp çok daha fazla sevdiğine göre ben yalnız ve yalnız O’nun ilkelerine göre yaşamayı kabullendim” demektir. Fatiha sûresindeki “ancak sana kulluk ederiz.” ifadesini böyle anlamak gerekir. Kulluğu hangi kapıya yapıyorsanız yardımı da o kapıdan beklemeniz, işin tabiatı gereğidir.

    İNSAN, ALLAH’I NE KADAR ANLAYABİLİR?

    Yüce Allah, Zât-ı ulûhiyetini ve esmâ-i ilâhîsini anlatır ama sınırlı varlık olan insan bunu ne dereceye kadar anlayabilir? Allah sınırsız kemâl ve cemâldir. İnsan ise tam bir sınırlılık, belki de zavallılık ifade eder. Dolayısıyla Yüce Allah’ı bir dereceye kadar kavrayabilir. Kulluğu da, ne yapıp etse bir dereceye kadar başarabilir. “Evet, (hiç bir insan) O’nun emirlerin asla kusursuz olarak yerine getirememiştir.” (Abese, 23) Kul bu noktada haddini bilmeli, tevazu meziyetine dört elle sarılmalıdır.

    Tevhid-i ulûhiyyet Yüce Allah’ın zatıyla, tevhîd-i rububiyyet ise yarattıklarıyla alâkalıdır. Cenâb-ı Hakk’ın bütün sıfatlarında eşsiz, denksiz, benzersiz oluşu “yegâne ilah” olarak ifade edilir. Varlık namına ne varsa hepsinin sahibi, rızık verip geliştireni, kural koyucusu oluşu “yerlerin göklerin yegâne Rabbi” olarak ifade edilir. Yaratılmışlar âlemi varoluşun, belli bir nizam içinde varlığını sürdürüşünü, her türlü ihtiyacını yerine getirişini Yüce Allah’a borçlu olduğundan, kulluğu elbette yalnız O’na yapacaktır.

    KULLUK YALNIZCA İBADETTEN İBARET DEĞİLDİR

    Kulluk yalnızca ibadet-i mersûmeden ibaret değildir. Âsından Zêsine bütün hayatın yalnız Allah için ve Allah’a göre yaşanmasıdır. Bu bir gönüllü teslimiyettir. Teslimiyet diğer varlıklarda gayr-ı irâdî, insanda ise irâdelidir.

    Cenâb-ı Hak âdil-i mutlak olduğundan, O’nun koyduğu kurallar da adâleti tecelli ettirecek kurallardır. Yeter ki uygulamada hata yapılmasın.

    Yetki gaspıyla tâğutluğa soyunup kural koyanlar kendi menfaat ve saltanatlarını korumak isteyeceklerinden adâlet ilkesi en azından belli noktalarda çiğnenecektir. Bu ihlâlden de, “adâlet yoksa huzur da yoktur” neticesine varılacaktır. İnsanlar âlemindeki bütün huzursuzlukların adâlet ilkesinin çiğnenmesinden doğduğu bilinmektedir. Yani “adâlet ve ihsan eksenli” bir dünya kurulabilseydi huzursuzluk olmayacaktı.

    Cenâb-ı Hak yarattığı varlıkları elbette insafsız ellere bırakmayacaktır. Gönderdiği ilkelerle cümle varlıkların hak ve hukukunu garanti altına alçaktır. Çünkü “O en hayırlı koruyucu ve merhametlilerin en merhametlisidir.” Bu demektir ki, İslâm bir dünya nizamıdır. Buradan da bir noktaya varılır: Kur’ân-sünnet bütünlüğü korunacaktır. Allah ve Peygamberine inandıklarını söyleyenler, kendilerine göre seçmeler yapıp kendilerine göre bir din oluşturamayacaklardır. Israrla dinin sadece belli ilkelerini gündeme getirip diğerlerini unutulmaya terk etmekte aynı anlama gelir. Bunun diğer adı “dine müdâhale”dir.

    ALLAH’A VE RASULÜNE TABİ OLMAK

    Kelime-i tevhidin devamındaki “Muhammedün rasûlüllah” (Muhammed Allah’ın rasûlüdür) ifadesi Said Havvâ rahmetlinin dediği gibi, “Muhammed aleyhisselam, dini nasıl anlattıysa, hangi ölçüler içinde takdim ettiyse öyle kabul etme mecburiyetini getirir. Ne bir eksik, ne bir fazla. Dinin öğretimi de hâ kezâ.”

    Sözün burasında Adiy bin Hâtem olayını bir kere daha hatırlamak gerekecektir:

    Adî b. Hâtem; “Yahûdîler hahamlarını, hıristiyanlar papazlarını rab edindiler” mealindeki ayet-i kerimeyi dinleyince, “Ben Hristiyanları tanırım, hiç bir Hristiyan papaza secde etmez. Bu âyet-i kerime ne anlama geliyor?” diye açıklama ister.

    Hz. Peygamber (s.a.v.) cevap verir:

    “Rahipler Cenâb-ı Hakk’ın helal kıldıklarını haram, haram kıldıklarını helâl ilan ediyor mu? Onları dinleyenler de bunları olduğu gibi kabul ediyor mu?” diye Adiy bin Hâtem’e sorar.

    Adiy; “evet, aynen öyledir” der. Bunun üzerine Rasûlüllah (s.a.v.), “İşte bu Allah’ı bırakıp ta papazların rab edinilmesidir” buyurur.

    İnsan insanı, insan âlemi ne kadar tanıyor?

    İnsan insanın, insan âlemin hayrını ne kadar istiyor?

    İnsan kurallar oluştururken, za’flarından ne derece kurtulabiliyor?

    Geleceği ne kadar tahmin edebiliyor? Olup bitecekleri ne derece hesaplayabiliyor?

    Elbette hepsinde bir sınırlılık söz konusu.

    Bütün bu negatif durumların Cenâb-ı Hak için asla düşünülemeyeceği bilinen bir hakikattir.

    Yüce Allah mahlukatının hukukunu korumak isteyen bir Allah olduğundan elbette âlemi O’nun adâletine, şefkatine, merhametine inananlara bırakacaktır. Onlar da bu hak ve hukuku korumanın icapları neyse bi hakkın yerine getireceklerdir.

    İlimse ilim, şahsiyetse şahsiyet, kuvvetse kuvvet. “Biz Allah’ın adâletinin yeryüzündeki muhafızlarıyız” diyenler, olup bitenlere kayıtsız kalmayacakları gibi, geleceğin neler getireceğini de başarabildikleri kadar anlamaya çalışacaklardır. Nefsine, hevâ-heveslerine kulluk edenlerin yüz yıllık projeler ürettiği bir dünyada Allah’ın kulları ikiyüzyıllık, beşyüz yıllık projeler üreteceklerdir. Vizyonsuzluğun, sonun başlangıcı olduğunu bileceklerdir. Bilinen bir husustur ki, “uzağı düşünmeyenler, üzüntüye yakındırlar.”

    Burada bir hususa daha kısaca değinmek gerekir:

    Sünnet Kur’ân’ın yaşanmış, pratiğe aktarılmış hali olduğundan, Rasûlullah Efendimiz numûne-i imtisalimizdir. Sünneti Kur’ân’dan, Kur’ân’ı sünnetten ayrı düşünemeyiz. Biri diğerinin olmazsa olmazıdır.

    “Adâlet ve ihsan” eksenli bir dünya özlemiyle yanıp kavrulan has kullara gönüller dolusu selâm.