Zaman şeridinden düşen her ânın bizi hakîkat sabahına yaklaştırmasını, âyet-i kerîme ne güzel ifâde eder: وَمَنْ نُعَمِّرْهُ نُنَكِّسْهُ فِى الْخَلْقِ أَفَلاَ يَعْقِلُونَ “Kime uzun ömür verirsek, biz onun yaratılışını (gençliğini ve güzelliğini) bozar, onu beli bükük hâle getiririz. O kimseler bunu idrâk etmez mi? (Yolculuk ne tarafa?)” (Yâsîn, 68) Hazret-i Peygamber -sallâllâhu aleyhi ve sellem-’den önce yaşayıp da onun geleceğini haber veren Kus bin Sâide adlı sâlih bir kul, âdeta yukarıdaki âyet-i kerîmeyi îzâh edercesine Ukaz Panayırı’nda yaptığı bir konuşmasında insana âit kudret akışlarını, bu fânî hayâtın mâcerâ ve manzarasını ne güzel sergiler: “Ey insanlar! Geliniz, dinleyiniz, belleyiniz ve ibret alınız! Yaşayan ölür, ölen fenâ bulur. Yağmur yağar, otlar biter. Çocuklar doğar ve ana-babaların yerlerini alır. Sonra hepsi de mahvolur gider. Vukuâtın ardı arkası kesilmez. Hepsi birbirini takip eder…” “ÖLMEDEN EVVEL ÖLÜNÜZ” SÖZÜNÜN SIRRI Bizler de, Hakk’ın lutfettiği sayılı nefesleri harcayarak, son nefesi verdiğimiz gün, dünya ve içindeki bütün bağlantılarımızla ya vedâlaşarak ya da vedâlaşamadan ölümle buluşacağız. Fakat Hakk’ın sâdık ve âşık kulları için bu buluşma, belki de ölüm değil, mes’ûd bir diriliş olacak, bir şeb-i arûs hâlinde tahakkuk edecektir. Onun için: “Ölmeden evvel ölünüz.” sırrına ermek gerekir. Bu sırrı Hazret-i Mevlânâ: “Dirilmek için ölünüz!..” sözüyle ifâde eder. Nitekim Hazret-i Ali -radıyallâhu anh-’ın buyurduğu gibi: “İnsanlar uykudadır. Ölümle uyanırlar…” Bu itibarla nefsanî duygularımıza ve dünyevî isteklerimize mağlup olmayıp, asıl yaşayışın, hayvânî rûh ile değil, bize Cenâb-ı Hak tarafından üfürülen ilâhî rûh ile olduğunu bilmelidir. HZ. YUSUF’UN (A.S.) DUÂSI Dolayısıyla en fecî ölüm, Hak’tan gâfil olmak, onun rızâsını kaybetmektir… Onun için bir mü’min, nasıl yaşayıp nasıl ölmesi îcâb ettiğini idrâk etmeli ve îmândan ihsâna ulaşabilmenin eğitimine girmelidir. Zîrâ peygamberlerin dışında hiç kimsenin ne hâl üzere öleceği ve ne şekilde dirileceği hususunda bir teminâtı bulunmamaktadır. Hâl böyleyken, Yusuf -aleyhisselâm-’ın Cenâb-ı Hakk’a: تَوَفَّنِى مُسْلِمًا وَأَلْحِقْنِى بِالصَّالِحِينَ “…(Yâ Rabbî!) Benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler zümresine ilhâk eyle.” (Yûsuf, 101) diye ilticâ etmesi, bizler için pek derin bir mânâ taşımaktadır. Bu bakımdan her kul, havf ve recâ yâni korku ve ümid duyguları arasında bir kalbî kıvâma sâhip olmak mecbûriyetindedir. Dolayısıyla bu hâlet-i rûhiyenin sağlayacağı teyakkuz ve rikkat-i kalbiye ile, ömrünü dâimâ, son nefesini îmanla verebilme endişesi içinde geçirmelidir.