Hz. Muhammedin Medineye Hicreti Sebep Ve Sonuçları

Konusu 'Hz.Muhammedin hayatı' forumundadır ve Eylül tarafından 27 Ekim 2013 başlatılmıştır.

  1. Eylül

    Eylül Moderatör

    Mekke şehir devletinin ve onun zâlim yöneticilerinin zulmünden ve baskısından dolayı Müslümanlar daha önce iki defa da Habeşistan’a hicret etmek zorunda kalmışlardı. Onlar, Mekke’de âdi suç işleyen, başkalarının malına veya ırzına tecâvüz eden, başkasının canına kast eden kimseler değillerdi. Onların böyle bir suçu yoktu. Kimse onlara kötü, şirret, zararlı, soyguncu, haydut diyemezdi. Tam aksine onların, Hz. Peygamberin dâvetine uyup müslüman olduktan sonra ahlâkları düzeliyor, kötü huyları gidiyor, önceden yaptıkları fenalıklardan iz kalmıyordu.
    Onlar Mekke toplumunun huzurunu bozan âdi suçlular değillerdi ama daha büyük bir suçları vardı: Onlar, ‘Lâ ilâhe illâllah Muhammedü’r Rasûlüllah -Allah’tan başka ilâh/tanrı yoktur, Hz. Muhammed O’nun elçisidir-’ diyorlardı. Bu söz hem onu söyleyen için hem de Mekke devletinin oligarşik yönetimi için son derece önemliydi. Bu sözü söyleyen mü’minler, eski inançlarını, ahlâklarını, hayata bakışlarını, anlayışlarını, daha doğrusu atalarının ve bilhassa Mekkelilerin sömürü aracı olan dinlerini terk ediyorlardı.
    Eğer bu, sıradan bir söz olsaydı Mekke yöneticileri seslerini çıkarmazlardı. Hem niçin çıkaracaklardı ki? Eninde sonunda sözlerden bir söz değil miydi? İnsanlar onu söylese ne olur, söylemese ne olurdu? Fakat gerçek öyle değildi… Bu sözü söyleyen değişiyor, başka insan oluyor, Hz. Muhammed (s.a.s.)’e uyuyordu, O’nun söylediklerini hayatına uyguluyordu. Mekke oligarşisinin çizdiği sınırın dışına çıkıyor, dahası kontrol dışı kalıyordu. Böylece sorun oluyordu.
    Muhammed (s.a.s.)’in getirip tebliğ ettiği vahyi kabul eden mü’minler, günün birinde Mekkelilerin baskısına dayanamayıp bir iman yolculuğuna çıkmak zorunda kalmışlardı. İmanın hayatlaşmasına imkân tanıyan bir başka beldeye gitmeye mecbur olmuşlardı.
    Bu yolculuk (hicret) sıradan bir göç değildi. Bu bir ekonomik nedene dayanan yer değiştirme, daha rahat yaşam elde etmeye yöneliş, ya da başka diyarların altınlarını veya başka zenginliklerinin çekici dâveti değildi. Bu hicret aydınlığa, kurtuluşa, İslâm’ın nûruna, İslâmî tebliği en uzak yerlere kadar götürebilme imkânına, Allah’a hakkıyla kulluk yapma fırsatına uzanan bir yolculuktu.
    İslâm tarihinin açılma, dal budak salma günüdür Hicret. İslâm, hicretle toplumsal planda uygulanma imkânı buldu. Hicretle devletleşti, kendi hâkimiyetini kurdu, ayrı bir güç ve taraf olarak ortaya çıktı ve Medine’den diğer insanlara rahatlıkla ulaşabilme yolları açıldı. Bir başka deyişle diğer beldelerin insanları hicretten sonra İslâm nimetiyle ve onun nûruyla tanışma imkânına kavuştular.
    Bu muazzam olayı hazırlayan sebepler oldukça önemlidir. İmanda samimi olmanın, inanılan şeyin doğru olduğuna güvenmenin eşsiz örneğidir Mekke hayatı. Mekke ileri gelenleri Peygamberimize birkaç kişinin uymasına önceleri pek aldırmadılar. Ama müslümanların sayısı arttıkça onların tepkisi de arttı. Buna bağlı olarak hakaret, alay, sıkıştırma, baskı, fiilî işkence ve nihâyet korkunç ambargo yöntemleri de fazlalaştı. Bütün baskı, işkence ve yıldırma metodlarına rağmen insanlar Peygamberimizi dinliyor ve O’nun getirdiği vahye inanıyorlardı. Hem her türlü tehlikeyi göze alarak. Mekkelilerin üç yıl boyunca uyguladıkları ambargo, mü’minleri iktisadî ve sosyal açıdan perişan etse de bu gibi olaylar onların imanını ve sayılarını artırıyordu.
    Birinci ve İkinci Akabe biatlarından sonra Mekkeli müslümanlar teker teker, bazen açıktan bazen gizlice Medine’ye hicret ettiler. En sonunda da Peygamberimiz (s.a.s.) Hz. Ebû Bekr’le birlikte Medine’ye göç etti. O’nun hicretiyle Medineliler hayatlarının en büyük bayramını yaşadılar. O’nun gelişinin sevincini ‘Vedâ Tepesinden üzerimize ay doğdu” diye başlayan kasîdelerle ölümsüzleştirdiler.

    Hicretin Sonucu:
    O’nun hicretiyle eski adı Yesrib olan şehir “Medînetü’n-Nebî = Peygamber şehri” unvânını aldı. Hicret, yalnızca baskı, işkence ve zorluktan kurtulmak üzere göç etme, ya da zulümden bir kaçış değildir. Peygamberimizin Hicretini bu şekilde yorumlamak onu anlamamak ve onun sonuçlarını görmemek olur. Hicret, sonuçları yönünden üzerinde önemle durulması gereken bir olaydır.
    Müslümanlar Mekke’de iken, oradaki site devletinin vatandaşları idiler. Hukuk yönünden mevcut otoriteye bağlı kabul ediliyorlardı. Putperest olan otorite sahipleri ise, ataları adına uydurdukları din ve sistemle insanlara hükmediyorlar, saltanatlarını sürdürüyorlardı. Peygamberimizin dâveti ise, onların izni ve kontrolü dışında bir gelişmeydi. Üstelik O’nun dâvet ettiği Din, onların atalarının dinini ve o dine ait hayat anlayışını, kurulu düzeni reddediyordu. Peygambere ve O’na inananlar Mekkelilerin kontrolünden çıkıyorlardı.
    Şirkin büyük zulüm olduğu ve müşriklerin de zâlimlerin en büyüğü olduğundan, müslümanlar dinlerini rahatlıkla yaşayamıyorlar, İslâmî tebliği başkalarına rahatlıkla ulaştıramıyorlardı. İslâm’ın hükümlerini sosyal alanda uygulamak ve müslümanca yaşamak mümkün değildi. Çünkü düzenin başındakiler putperestti ve onlara her konuda karışıp müdâhale ediyorlardı. Mekkeli yetkililere göre müslümanlar kendilerinin bir parçasıydı, dolayısıyla onlardan izinsiz başka dine inanıp, başka hayat şekli seçemezlerdi.
    Hicretle mü’minler barınacak bir yurt buldular. Orada kendi hâkimiyetlerini ve hukukî varlıklarını kurdular. Mekkeliler karşısında bir taraf oldular. Toplumsal bir güç haline geldikten sonra düşmanlarıyla, daha doğrusu kendilerine saldıranlarla savaşma iznine kavuştular. Hicret öncesi varlıkları fiilî bir varlık iken, Hicret sonrası hukukî bir varlık oldu. Hicretin altıncı yılında Mekkeliler, daha önceden yok etmeye çalıştıkları müslümanlarla Hudeybiye anlaşmasını yaptılar, onları hukukî bir taraf/varlık olarak tanıdılar. Bu diplomatik zafere Kur’an ‘en büyük fetih’ demektedir. Bu zaferin yolu Hicret’le açılmıştı. Müslümanlar Hicretle Mekke’yi terk etmeselerdi ne böyle hukukî bir güce ve statüye kavuşabilirlerdi, ne de Mekkeliler onlara baskı yapmaktan vazgeçerlerdi.
    Medine’de kendi toplum düzenini ve bir anlamda devletini kuran Peygamberimiz, bir taraftan gelen vahy ile mü’minleri yetiştirir ve ıslah ederken, bir taraftan da İslâmî hükümleri uyguluyor, Medine’nin dışındaki insanlara İslâm’ı ulaştırmak üzere tebliğe devam ediyordu. Hatta Hudeybiye’de sağlanılan barış ortamından yararlanılarak etraftaki devlet başkanları İslâm’a dâvet edilebilmişti.
    Hicretle toplumsal bir güce ve siyasal bir yapıya kavuşan müslümanlar, dinlerini rahatça yaşama imkânına kavuştular. İslâm Medine’de dirildi, güçlendi, genişledi ve zaman içerisinde bütün dünyaya ulaşma fırsatını buldu. Bu bakımdan hicret, yalnızca zulüm ve baskıdan kurtulmak değil, bir mevzî değiştirme, bir siyasi manevra, bir strateji ve var olma yolculuğudur.
    Mekke’den Medine’ye Hicret Mekke’nin fethiyle bitmiştir. Ama hicretin esprisi, onun taşıdığı mânâ, onun gerekliliği ve faydaları kıyâmete kadar devam edecektir. Müslümanlar İslâm’ı yaşama konusunda baskıya, işkenceye, dayatmaya uğradıkları zaman, Allah’ın geniş arzında İslâm’ı yaşayabilecekleri bir yere göç edeceklerdir. Kendi içlerinde, gönüllerde sürekli bir şekilde kötüden iyiye doğru, eksiklikten tekâmüle doğru mânevî hicreti sürekli yaşayacaklardır.
     
  2. Eylül

    Eylül Moderatör

    Bir ülkenin vatan olarak değeri orada İslâm’ın gereklerini yapabilmekle, kutsal değerleri yaşatabilmekle ortaya çıkar. İslâmın yaşanmasına izin verilmeyen, kutsal değerlerin ayaklar altına alındığı yerler kuru toprak parçası olmaktan öteye geçemezler. Müslümanlar, tarih boyunca sahip oldukları toprakları korumaya çalışmak durumundadırlar. Bu ülkelerin gayri müslimlerin kontrolüne girmemesi için dikkatli olmaları gerektiği gibi, kendi aralarından çıkmış mürted ve bağîlerin de ellerine geçmemesi için çaba sarfetmeliler. Eğer buna güçleri yetmezse, Allah’a daha iyi kulluk yapabilecekleri bir yere hicret edebilirler. Belki böylesine bir hicret yeniden dirilişe, toparlanmaya ve müslümanların işgale uğrayan topraklarını yeniden fethetmeye zemin hazırlayabilir. Zaten hicret olayında bu şuur vardır.[Linkleri sadece kayıtlı üyelerimiz görebilir. Sensizolmuyor.Gen.TR üyesi olmak için tıklayınız]
    İnsanın şeytandan ve her türlü kötü duygu ve düşüncelerden, arınıp Allah'a hicreti, ana yurdu maddî anlamda mutlaka terketmeyi gerektirmez. Böylece hicret kavramı, daha geniş bir dinî ve ahlâkî anlam kazanır. Böyle bir hicret, kesintisiz sürer. Şeytandan Allah'a hicret etmeyen bir kişi, gerçek mü'min olamaz:
    "Allah yolunda hicret eden, çok bereketli yer ve genişlik bulur. Evinden Allah'a ve peygamberine hicret ederek çıkan kimseye ölüm gelirse, onun ecrini vermek Allah'a aittir. Allah, bağışlar ve merhamet eder." (4/Nisâ, 100).
    Hz. İbrâhim, kavmine Allah'a iman çağrısı yaptığında ona inanmamışlar ve tehditte bulunmuşlardı. Ancak Hz. Lût, O'na inanmıştı. Kavminin bu tutumu karşısında Hz. İbrâhim, onlara şöyle dedi:
    "Doğrusu ben Rabbime (Rabbimin dilediği yere) hicret ediyorum. Şüphesiz O, azîz/güçlü ve hakîmdir/bilgedir." (29/Ankebût, 26).
    Bu âyette hicret sözcüğü, açıkça hem maddî, hem de mânevî anlamda kullanılmıştır (Muhammed Esed, Kur'an Mesajı, 2/809 -21-).
    "... Allah yolunda hicret etmedikçe münâfıklardan dost edinmeyin..." (4/Nisâ, 89) âyetindeki hicret kelimesi iki şekilde yorumlanmıştır.
    1- Zâhirî anlam, küfür diyarından iman diyarına göç ediş,
    2- Şehvetlerin, kötü ahlâkın ve günahların terki ve reddi.
    Kutsal değerlerin tehlikeye düştüğü sırada, sırf bedensel gâyelerle toprağa bağlılığı sürdürmek Kur'an'ın tâlimatına aykırıdır. Vatan, ancak insanî/İslâmî değerlerle birlikte kutsaldır. Diğer bir deyişle, bu değerlerden koparılmış kuru bir toprak parçası saygın belde anlamında vatan değildir. Toprağın kutsal belde olmaktan çıkışı halinde Kur'an, "Allah'ın geniş yeryüzünün" herhangi bir yerini Allah erleri için barınmaya daha müsait görmektedir. Bunun aksini savunarak süflî veya fânî birtakım çıkarlar için belirli bir toprak üzerinde ısrar edenler, Kur'an tarafından kınanmaktadırlar. Böyle bir ısrar, yani hicretten kaçış, kötülüklerde ısrara benzer.
    Mü'min her an hicret halindedir, daha doğruya, daha güzele doğru yürüyüş, daha ileri menzillere ulaşmak için sefer halindedir. Bu bazen beldeden beldeye doğru mekân değişikliği, bazen iç âlemin bir menzilinden öteki menziline doğru hal değişikliğidir. Bütün hayat, bir yolculuktur, insan da yolcu. Önemli olan bu yolculuğu hayırlı bir kulvarda (sırât-ı müstakîmde) ve hep hayra doğru sürdürmektir. O yüzden hicret, sadece sosyolojik değil; aynı zamanda psikolojik imkân değişikliğidir. İç âlemde yapılacak hicretlere engel hale gelen topraklarda yapılacak tek hicret, oraları terk etmektir. İnsanın gönül seyrini, iç hicretini engelleyen zulmün varlığından kaynaklanan hicret zarûretini, tarih boyunca hiçbir maddî doygunluk safdışı bırakamamış ve insanoğlu, ilk günden beri zulüm ve zâlimin mevcut olduğu yerden kaçmış, yani hicret etmiştir.
    Hicret, son çare olsa da, onu ümitsizlik halinde başvurulan bir hareket olarak görmek doğru olmaz. Çünkü hicrette aynı zamanda kuvvetli bir ümit, vaziyetin başka bir yerde daha iyi olacağına duyulan bir temenni ve beklenti vardır. Özellikle toplu halde yapıldığında, savaşta planlı geri çekilmeye benzemektedir. Ancak, hepsinden önemlisi, hicret, bir kişinin itikadı uğrunda malını-mülkünü fedâ etmesini ve sevdikleriyle yakınlarını terk etmesini ifade eder. Pek çok peygamber, imanları uğrunda hicret etmek zorunda kalmıştır. Hicretin hakikî ruh ve biçiminin temsilcisi olarak Kur’an’da Hz. İbrâhim zikredilmektedir
    .

    Alıntı