HÛD SÛRESİ (سورة هود) Kur’an-ı Kerim’in on birinci sûresi. Mekke döneminde Yûnus sûresinden sonra ve İsra sûresinden önce nazil olmuştur. Başından sonuna kadar ayetler arasındaki konu ve üslûp birliği sûrenin tamamının bir defada indiği kanaatini vermektedir. 12, 17 ve 114. ayetlerin Medine’de nazil olduğu yolundaki rivayetler zayıftır. 123 ayetten oluşan sûrenin fasıla*sı ب، د، ذ، ر، ز، ص، ط، ظ، ق، ل، م، ن،harfleridir. Adını 50, 53, 58, 60 ve 89. ayetlerde geçen Hûd peygamberin adından alır. Kaynaklarda sûrenin nüzûl sebebiyle ilgili herhangi bir açıklamaya rastlanmamaktadır. Bununla birlikte eski çağların inkarcı ve zalim toplumlarına yöneltilmiş olan uyarı ve tehditlerdeki sert üslûba bakarak müşriklerin müslümanlar üzerindeki baskılarını iyice arttırdıkları Mekke döneminin son yıllarında nazil olduğu söylenebilir (Seyyid Kutub, IV, 1839-1841; Mevdûdi, II, 371-372). Fahreddin er-Razi’nin kaydettiği bir rivayete göre İbn Abbas, bütün Kur’an’da Hz. Peygamber’i en çok etkileyen, onun saçlarının ağarmasına sebep olan ayetin Hûd sûresinde geçen, “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol” mealindeki 112. ayet olduğunu söylemiştir. Aynı sahabi, Hûd sûresi hakkında rivayet edilen diğer hadisleri de bu ayetle irtibatlandırmıştır (Mefatiĥu’l-ġayb, XVIII, 71). Bu hadislerin en meşhuruna göre Hz. Ebû Bekir, “Ya Resûlallah, saçların ağardı” deyince Resûl-i Ekrem, “Beni Hûd, Vakıa, Mürselat, Amme yetesaelûn (Nebe’) ve İze’ş-şemsü küvvirat (Tekvir) sûreleri kocalttı” demiştir (Tirmizi, “Tefsir”, 56/6). Geniş ölçüde peygamber kıssalarından oluşan sûrenin giriş mahiyetindeki ilk bölümünde, Kur’an’ın manaları açıkça anlaşılacak şekilde berrak ve hikmetli olan ayetlerinin Allah tarafından insanların yalnız O’na kulluk etmelerini, O’ndan mağfiret dileyip tövbe etmelerini sağlamak üzere indirildiği belirtilir. “Ona gökten bir hazine indirilmeliydi veya onunla beraber bir melek gelmeliydi” tarzındaki itirazlarıyla Hz. Muhammed’in peygamberliği ve Kur’an-ı Kerim’in Allah kelamı olduğu konusunda şüphe uyandırmak isteyenlere karşı Resûlullah teselli edilmekte (ayet 12), müşriklerden, beşer sözü olduğunu ileri sürdükleri Kur’an’ın benzeri on sûre getirmeleri istenerek onlara karşı meydan okunmaktadır. Her canlının rızkını veren, yeri göğü yaratan Allah’ın sınırsız ilmine, engin kudret ve azametine dikkat çekerek hayatın bir imtihan olduğunu, insanların sonunda Allah’a döndürüleceklerini bildiren ayetlerin ardından kendilerine tanınan fırsatları değerlendirmeyen inkarcıların artık ahirette azaptan kurtulma imkanlarının da kalmayacağı uyarısında bulunulur. Kendilerini dünya tutkularına kaptıranların istediklerini elde etseler bile bu dünyada yaptıkları işlerin ahirette onlara fayda sağlamayacağı, cehennem ateşinden başka bir sonuçla karşılaşmayacakları bildirilir (ayet 15-22). Öte yandan Hz. Peygamber’in davetine uyarak iman edenlerin ve rablerine gönülden bağlananların cennetle ödüllendirileceği müjdesi verilir. Bu arada iki zümreden inkarcılar körlere ve sağırlara, müminler de gören ve duyan kimselere benzetilerek giriş bölümü inkarcıları sağlıklı düşünmeye çağıran ayetle son bulur. Sûrenin bundan sonra gelen uzun bölümünde (ayet 25-99) Nûh, Hûd, Salih, İbrahim, Lût, Şuayb ve Mûsa’nın tebliğ faaliyetleri anlatılarak bunlardan özellikle Nûh, Hûd, Salih, Lût ve Şuayb’ın davetleri ve kavimlerinin bu davetler karşısındaki inkarcı ve inatçı tutumları ayrıntılı biçimde ortaya konmuştur. Nûh, Hûd, Salih ve Şuayb’ın ilk tebliğlerinin tevhidle ilgili olması, bunların kavimlerinde müşrikliğin hakim inanç olduğunu göstermektedir. Ayrıca Lût’un kavminde eşcinselliğin yaygın olduğu (ayet 78-79), Şuayb’ın tebliğde bulunduğu Medyen halkı içinde de ticaret ahlakının bozulduğu (ayet 84-85) anlaşılmaktadır. Bu bölümlerde peygamberlerin görevlerini hiçbir dünyevi karşılık beklemeden yaptıkları (ayet 29, 51), kavimlerinin zarar görmelerini ve acı çekmelerini istemedikleri (ayet 26, 52), kendi güçlerine değil Allah’ın yardım ve desteğine güvendikleri (ayet 29-31, 34, 56, 63) ifade edilirken muhatapları olan kitlelerin de çoğunlukla bu peygamberlere karşı kaba ve küstah davrandıkları, onları küçümsedikleri, yalancılıkla suçladıkları ve nihayet inkar ve kötülüklerinde ısrar ettikleri bildirilmekte, en sonunda peygamberler ve onlara inananlar kurtulurken diğerlerinin çeşitli afetlerle yok edildiği anlatılmaktadır. Nitekim Nûh’un kavmi tûfanda boğulmuş (ayet 44), Hûd’un ad isimli kavmi büyük bir azapla cezalandırılmış (ayet 58), Salih’in Semûd adlı kavmiyle Şuayb’ın muhatabı olan Medyen halkı korkunç bir gürültü ile (ayet 67, 94), Lût’un kavmi de başlarına taş yağdırılarak (ayet 82) helak edilmiştir. Hz. Nûh’a ayrılan bölümde (ayet 25-49) tûfan olayına geniş yer verilmiştir. Burada Nûh’un, “Ben size Allah’ın hazineleri benim yanımdadır demiyorum; gaybı da bilemem; ben bir meleğim de demiyorum” şeklindeki samimi ifadeleri (ayet 31) İslam’daki peygamber telakkisini yansıtması bakımından; onun inkarcılar tarafında yer alan oğlunun gemiye alınarak kurtarılması için Allah’tan dilekte bulunmasına rağmen bu isteğinin reddedildiğini ve Nûh’un böyle yanlış bir dilekte bulunmasından mahcubiyet duyduğunu ifade eden ayetler (ayet 45-47), bir peygamberin evladı için dahi iltimas yapılamayacağına imada bulunması açısından anlamlıdır. Sûrenin son bölümünde (ayet 100-124), önceki kısımda yer alan peygamber kıssaları genel bir tahlile tabi tutularak cezalandırılıp helak edilen kavimlere haksızlık edilmediği, başta inkarcılıkları olmak üzere bizzat kendi kötülükleri yüzünden helake uğradıkları belirtilir. İlahi ceza onlara aniden gelivermiş, putları da kendilerini kurtaramamıştır. Üstelik onlar bu putlar yüzünden çok ağır cezalara çarptırılmışlardır. Kıssalar birer öğüt ve ibret vesilesidir. ahiret azabından korkarak bunların üzerinde düşünenler, milletlerin yükseliş ve çöküşlerinde kendilerinden kaynaklanan sebeplerin bulunduğunu anlamalıdırlar (ayet 101). İlahi adalet, inkarcıların ve refah yüzünden şımarıp ahlaki çöküntüye sürüklenenlerin yakasını ahirette de bırakmayacak, ayrıca o gün Allah izin vermeden hiç kimse konuşamayacaktır; putların kendilerine şefaat edeceklerini sanan müşrikler de hüsrana uğrayacaktır. Allah’ın cezalandırma ve mükafatlandırma kanununa göre inkarcılar cehenneme gidecekler ve orada acıklı bir azabı tadacaklar, müminler ise cennetle mükafatlandırılacak ve orada sonsuz bir saadet içinde yaşayacaklardır (ayet 106-108). Kur’an’ın getirdiklerine karşı çıkan ve tıpkı geçmişte helak olup giden kavimler gibi atalarını taklit ederek putlara tapan Araplar da inkarlarının cezasını çekecektir. Bu arada sûrede Hz. Peygamber’e ve müminlere yönelik tavsiyelerde bulunularak onlardan dosdoğru olmaları, yalnız Allah’ı dost edinmeleri, namaz kılmaları ve sabretmeleri istenir. Geçmiş asırlarda yaşayan milletler arasında inanmış bir azınlığın dışında kötülüklerden uzaklaştıran ve iyiliği tavsiye eden faziletli kimseler kalmadığı ve artık onlara hiçbir nasihat tesir etmediği için helak oldukları anlatılır (ayet 116). Bu bölümde ayrıca Allah’ın iyi olan ve iyilik yapan (muhsin) kimselerin ecrini zayi etmeyeceği (ayet 115), halkı ıslahçı olan ülkeleri zulümle yıkıma uğratmayacağı (ayet 117) yolunda vaadde bulunulmaktadır. Fahreddin er-Razi, “Şirk çok büyük bir zulümdür” (Lokman 31/13) mealindeki ayeti delil göstererek 117. ayetteki zulüm kelimesinin “şirk” anlamında kullanıldığını, buna göre bir toplumun müşrik ve kafir olmasının onların toptan yok edilmesine sebep teşkil etmeyeceğini, böyle ağır bir cezanın ancak toplumsal ilişkilerin tamamen kötüleşmesinden, insanların birbirine eziyet ve haksızlık etmesinden kaynaklanabileceğini belirtir. Müslüman hukukçuların da Allah hakları için hoşgörülü ve bağışlayıcı olmayı, kul hakları konusunda ise hassasiyet ve titizlik göstermeyi esas kabul ettiklerini hatırlatan Razi buna göre ayeti, “Halkı birbirine karşı iyilikle ve doğrulukla muamelede bulunduğu sürece senin rabbin sırf şirk sebebiyle ülkeleri helak edecek değildir” şeklinde açıklayarak bunun Ehl-i sünnet’in yorumu olduğunu söyler (Mefatiĥu’l-ġayb, XVIII, 76). Sûrede, insanlar arasında görüş ve inanç farklılığı bulunmasının bir tesadüf olmayıp bizzat Allah tarafından takdir edildiği belirtilmekte, böylece dolaylı olarak bunun zihni ve manevi gelişme gibi hususlarda Allah’ın insanlara bir lutfu olduğuna işaret edilmektedir. Geçmiş dönemlere dair anlatılanlarla Peygamber’in yüreğini güçlendirmenin, dolayısıyla ona ve diğer müminlere gerçeği bildirmenin amaçlandığı bildirilmekte, nihayet müminiyle münkiriyle herkesin dilediğini yapmakta serbest olduğu, fakat herkesin yaptığının sonucunu dikkate almak ve beklemek durumunda bulunduğu vurgulanmaktadır. Sûre, bütün işlerin Allah’a vardığı ve O’nun yapılan işlerden gafil olmadığı uyarısıyla sona erer. Hûd sûresi hakkında müstakil çalışmalar yapılmıştır. Muhammed el-Emin eş-Şinkīti’nin MeǾaricü’s-suǾûd ila tefsiri sûreti Hûd (Cidde 1988), Ahmed b. Rûhullah el-Cabiri’nin Tefsiru sûreti Hûd (Süleymaniye Ktp., Serez, nr. 250), İbrahim b. Muhammed el-Me’mûni’nin Ĥaşiyetü Tefsiri sûreti Hûd (Süleymaniye Ktp., Şehid Ali Paşa, nr. 189) ve Sadreddinzade Mehmed Emin Şirvani’nin TaǾliķāt Ǿala Tefsiri sûreti Hûd mine’l-Beyżavi (Süleymaniye Ktp., Antalya-Tekelioğlu, nr. 786/5) adlı eserleri bunlardan bazılarıdır. Muhammed Sipedar Han Dihlevi’nin Tefsir-i Hûd diye bilinen Mažhar-ı ǾUlûm’u ile (Delhi 1310/1892) müellifi meçhul Tefsir-i Sûret-i Hûd (Delhi 1905) adlı eserler Urduca’dır. Ayrıca Mahmut Sami Ramazanoğlu’nun Yûnus ve Hûd Sûrelerinin Tefsiri adıyla yayımlanan (İstanbul 1983, 1984, 1987, 1991) tasavvufi bir tefsiri bulunmaktadır. Sûrenin faziletine dair Abdullah b. Rebah’tan, “Cuma günü Hûd sûresini okuyunuz” mealinde bir hadis rivayet edilmiştir (Darimi, “Feżaǿilü’l-Ķurǿan”, 17). Bazı tefsirlerde yer alan (mesela bk. Zemahşeri, II, 240; Beyzavi, I, 583), “Hûd sûresini okuyana Nûh, Hûd, Salih, Şuayb, Lût, İbrahim ve Mûsa’yı tasdik ve tekzip edenlerin on katı ecir verilecektir; ayrıca bu kişi kıyamet gününde saadete erenlerden olacaktır” anlamındaki Übey b. Ka‘b hadisinin ise mevzû olduğu kabul edilmiştir (İbnü’l-Cevzi, I, 239-241; Zerkeşi, I, 432).