Bir insan, bir başkasının nâil olduğu maddî veya mânevî bir ihsâna, kendisinin de kavuşmasını arzu edebilir... Bu haset değil, gıptadır. Hasette ise, haset edilen yani kıskanılan şahıstan o ihsânın mutlaka geri alınması arzu edilir. Yani, zengin komşusuna haset eden adamın temel hedefi; kendisinin zengin olması değil, komşusunun fakirleşmesidir. Dolayısıyla hasetçi; kendi kaybına değil, başkalarının kazancına üzülen ve böylece kıskançlığın kıskacında kıvranıp duran zavallı bir mahluktur. Kısaca haset, rakibindeki nimetin-servetin-fazilet ve kemâlin yok olmasını arzu etmek; başkalarındaki herhangi bir üstünlüğü çekememektir. Ahlâkî bir za‘f olan ve insanı kötülüklere sürükleyen bu his, nefs-i emmârenin bir tuzağıdır. Mü’min, bu tuzağa düşmemeye gayret etmelidir. Kur’ân-ı Kerim’de hasetçiler hakkında buyuruluyor ki: “Yoksa onlar, Allâh’ın lûtuf ve kereminden insanlara verdiği nimetleri kıskanıyorlar mı?..” (en-Nisâ, 54) Binâenaleyh bir insan, muayyen bir nimete kavuşmak için meşrû dâirede elinden gelen gayreti göstermiş, çalışıp çabalayarak Rabb’inin lûtuf ve inâyetiyle o isteğine nâil olmuşsa, burada mü’minin tavrı, o nimete kendisi kavuşmuş gibi sevinmek olmalıdır, kıskanmak değil... Ama meşrû olmayan kazançlar hakkında vaziyet böyle değildir. Nitekim müfessirler, âyet-i kerimedeki “Allâh’ın lûtuf ve kereminden verdiği” kaydından hareketle, meşrû olmayan kazançlara haset edilebileceğini belirtmişler... O bakımdan “vurguncunun elindeki malın gitmesini temenni etmek haset değil, gayrettir, adâlettir” demişlerdir. Buna göre bir insan, hırsızlık-soygunculuk ederek gayr-i meşrû yollarla zengin olsa, o malın ondan alınmasını arzu etmek haset değildir. Haset, “Allâh’ın lûtfuyla-keremiyle verdiği” meşrû servet, makam-mevki yahut fazileti çekememektir. Yazımızı, Fudayl b. İyâz (k.s.) hazretlerinin şu mübârek sözleriyle noktalayalım: “Mü’min gıpta eder, münâfık ise haset eder...”