Fatih Sultan Mehmet'in Kısaca Hayatı

Konusu 'Biyografiler' forumundadır ve Lasey tarafından 29 Mayıs 2018 başlatılmıştır.

  1. Lasey

    Lasey Admin

    Fatih Sultan Mehmet Kimdir? Fatih Sultan Mehmet nasıl bir şehzadelik ve eğitim hayatı yaşadı? Fatih Sultan Mehmet tahta ne zaman ve nasıl çıktı? İstanbul’un fetih planı ve fethi esnasında neler yaşandı? Fatih Sultan Mehmet’in Akşemseddin -hazretleri- ile olan bağı nasıldı? İstanbul’un Fatihi, İstanbul’u fethederek Peygamber Efendimiz’in müjdesine nâil olan Sultan Fatih Sultan Mehmet’in (II. Mehmet) hayatı…

    KISACA FATİH SULTAN MEHMET KİMDİR?


    Fatih Sultan Mehmed, 3 Mart 1432’de, Edirne’de doğdu. Babası Sultan İkinci Murad, annesi Humâ Hatun’dur. Fatih Sultan Mehmed, uzun boylu, dolgun yanaklı, kıvrık burunlu, adaleli ve kuvvetli bir yapıya sahipti. Devrinin en büyük âlimlerinden çok iyi eğitim görmüştü; yedi yabancı dil bildiği söylenir. Âlim, şâir ve sanatkârları sık sık toplar ve onlarla sohbet etmekten çok hoşlanırdı. İlginç ve bilinmedik konular hakkında makaleler yazdırır ve bunları incelerdi. Hocalığını da yapmış olan Akşemseddin, Fatih Sultan Mehmed’in en çok değer verdigi âlimlerden biridir. Fatih Sultan Mehmed, gayet soğukkanlı ve cesurdu. Eşsiz bir komutan ve idareciydi. Yapacağı işlerle ilgili olarak en yakınlarına bile hiçbir şey söylemezdi.

    Fatih Sultan Mehmed, okumayı çok severdi. Farsça ve Arapça’ya çevrilmiş olan felsefî eserler okurdu. 1466 yılında Batlamyos Haritası’nı yeniden tercüme ettirip, haritadaki adları Arap harfleriyle yazdırdı. Bilimsel sorunlarda, hangi din ve mezhebe mensup olursa olsun bilginleri korur onlara eserler yazdırırdı. Bilime büyük önem veren Fatih Sultan Mehmed, yabancı ülkelerdeki büyük bilginleri İstanbul’a getirtti. Nitekim astronomi bilgini Ali Kuşçu, kendi döneminde İstanbul’a geldi. Ünlü ressam Bellini’yi de İstanbul’a davet ederek kendi resmini yaptırdı.

    Fatih Sultan Mehmed, 1481 yılına kadar hükümdarlık yaptı ve bizzat yirmi beş sefere katıldı. Azim ve irade sahibiydi. Temkinli ve verdiği kararları kesinlikle uygulayan bir kişiliği vardı. Devlet yönetiminde oldukça sertti. Savaşlarda çok cesur olur, bozgunu önlemek için ileri atılarak askerleri savaşa teşvik ederdi.

    20 yaşında Osmanlı padişahı olan Sultan İkinci Mehmed, İstanbul’u fethedip 1100 yıllık Doğu Roma İmparatorluğu’nu ortadan kaldırarak ‘Fatih’ unvanını aldı. Hz. Muhammed (s.a.v)’in Hadis-i Şerifinde müjdelediği İstanbul’un fethini gerçekleştiren büyük komutan olmayı da başaran Fatih Sultan Mehmed, yüksek yeteneği ve dehasıyla dost ve düşmanlarına gücünü kabul ettirmiş bir Türk hükümdarıydı. Ortaçağ’ı kapatıp, Yeniçağ’ı açan cihan hükümdarı Fatih Sultan Mehmed, nikris hastalığından dolayı 3 Mayıs 1481 günü, Maltepe’de vefat etti ve Fatih Camii’nin yanındaki Fatih Türbesi’ne defnedildi. O’nun Roma’yı fethedeceği düşüncesiyle zehirlendiği de kaynaklarda yer almaktadır.

    II. (FATİH) SULTAN MEHMED (1451 – 1481)

    “Fatih Sultan Mehmet, (1432-1481) yılları arasından hüküm süren yedinci Osmanlı sultanıdır. Fatih’in babası Sultan II. Murat, annesi Hüma Hatun’dur.

    Resûlullah’ın iltifatına mazhar olmuştur. O, sultanlığının yanı sıra din ve fen ilimlerini de ikmal etmiş bir alim, aynı zamanda ince rûhlu bir şair ve derin bir gönle sahip, derviş rûhlu hassas bir insandı.

    1451 yılında Osmanlı tahtına oturdu. 1453 yılında İstanbul Fatihi oldu. Otuz yıllık saltanatı müddeti içerisinde i’la-yı kelimetullah yolundaki üstün gayretleriyle iki imparatorluk, dört krallık ve onbir prenslik ortadan kaldırmıştır. Babasından 880.000 km2 olarak aldığı vatan topraklarını 2.214.000 km2’ye çıkarmıştır.

    2. MEHMET’İN ŞEHZADELİK EĞİTİMİ

    Daha küçük yaşlardan itibaren titiz bir eğitimden geçen II. Mehmet, gönül eğitimini Akşemsettin -kuddise sirruh- Hazretlerinin manevi terbiyesinde ikmal etmiştir. Bu terbiyenin başlayışı şöyle olmuştur:

    Hacı Bayram-ı Veli, Sultan II. Murat’ı ziyarete gelmişti. Yanında talebesi ve manevi evladı Akşemsettin de vardı. Sultan Murat Han, bu mübarek zatın feyzinden oğlu Şehzade Mehmet’in istifade etmesini istedi. Her cengaver sultan gibi Murat Han da İstanbul’un fethini hayal ediyordu. Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerine:

    “–Acep İstanbul’un fethi kime müyesser olacak?” diye sorunca, O da:

    “–Feth-i mübini görmek şu şehzade ile Akşemsettin’e nasib olacak!” cevabını verdi.

    Bu açık keramet ile duygulanan Murad Han, oğlunu Akşemsettin’in terbiyesine vermek için Hacı Bayram-ı Veli Hazretlerinden izin istedi. Bu vesile ile Akşemsettin, Şehzade Mehmet’in manevi terbiyesini üzerine alarak, O’nu feth-i mübine manen hazırladı.

    Bu hazırlıkta diğer hocaların rolleri de son derece müessir olmuştur.

    Birgün hocası Molla Gürani, Şehzade Mehmet’in gece yarısı odasının ışığını yanık olarak gördü. Merak etti. Yanına girdi:

    “–Şehzadem niye uyumadın?” dedi.

    O da:

    “–Hocam, mütalaa ediyordum..” karşılığını verdi.

    Hocası sordu:

    “–Hangi dersi mütalaa ediyordun?”

    Fatih cevap vermeyip sustu.

    Hocası çalıştığı dersi merak edip O’nun masası üzerindeki yığınla evrakı karıştırdı. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleri idi. O, fethin nasıl gerçekleşebileceğini planlıyordu. Hocası:

    “–Bunlar nedir evladım?” deyince Fatih, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kaldı. Hocasına:

    “–Hocam! Sır olarak kalması şartıyla nicedir uykusuz kalıp da yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” dedi.

    Hocasının mütebessim bir çehre ile başını salladığını görünce devam etti:

    “–Hocam! Bu iş nicedir içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, ta sahabe-i kiramdan beri defalarca muhasara edilen ve mübarek ashabın kanları ile sulanmış bulunan şu Kostantiniyye şehri niçin fethedilemiyor?.. O beldeyi fethetmenin yolu nedir? İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar planlar yapıyorum…”

    Bu kavruk ifadeleri dinleyen Hocası, küçük Fatih’i son derece takdir etti. Ayrıca O’nun bu işi başarabilmesi için gerekli haslet, meziyet ve seviyeye bir an evvel ulaşabilmesi yolunda da şu yön verici nasihatte bulundu:

    “–Evladım! Bu büyük zafere nail olmanı can ü gönülden arzu ederim. Lakin ben, senin cahil bir sultan olmanı değil, alim, ehl-i kalb ve firaset sahibi bir hükümdar olmanı isterim. Zaten Kostantiniyye şehrinin mutlaka fethedileceğini kaç asır evvelden ahırzaman Peygamberi Muhammed Mustafa -sallallahü aleyhi ve sellem- Efendimiz:

    «Kostantiniyye elbette fethedilecektir! Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan ve onu fetheden asker ne güzel askerdir!..” buyurarak bildirmişlerdir.

    Bu itibarla Hazret-i Peygamber’in medhederek müjdelediği o büyük şanlı fetih, mutlaka ki alim, adil, dirayetli ve daha birçok üstün meziyetlere sahip bir kumandan tarafından gerçekleştirilecektir. Dolayısıyla senin, maddi ve manevi her türlü eğitimini tekmil ettikten sonra o büyük fethe seferber olman, rûhumun en büyük emelidir…”

    Küçük Şehzade, hocasının gönlünden taşan bu samimi nasihatlerindeki nükteleri kavrayarak, yıllar yılı bunlardan manevi bir kuvvet aldı. Hedeflenen dirayet ve kemalata ulaşabilmek için gece gündüz gayret etti.

    Nitekim çok erken yaşlarda “feth-i mübin” ile zihnen son derece meşgûl olup adeta bu mes’elede fani olan Şehzade, ilim yolundaki gayretini de eksiltmeyerek kısa zamanda Arapça, Farsça, Latince, Sırpça ve Yunanca’yı öğrendi.

    Eğitimini gördüğü zahiri ve batıni ilimlerle hem kendi nefsi hayatını, hem de devlet işlerini düzene koydu. Fen ve teknik bilgileriyle de savaşlarda kullanacağı harp aletlerini tekamül ettirdi. Projesi kendisine aid olan ilk havan topunu döktürerek İstanbul’un fethinde kullandığı meşhurdur.

    Tarihle meşgul olarak; “Beyliklerin ve devletlerin, meydana gelişi, inkişafı ve nihayet tarih sahnesinden yok olmalarının sebep ve neticeleri..” üzerinde imal-i fikrederek kendine has bir tarih felsefesine sahip oldu.

    Fatih, ilmi seviye ve rûhi derinliğinin neticesinde ulu bir Sultan, büyük bir cengaver, aynı zamanda engin gönüllü bir derviş ve hassas, rikkat-i kalbiyye sahibi bir şair olarak tarihteki müstesna yerini almıştır..

    Fatih Sultan Mehmet Han, devrinin en büyük alimlerinden ders almış bir Sultandı. İlmi müzakerelere katılır ve bazen kendisi re’yini bildirerek ilimdeki maharetini izhar ederdi. Akşemsettin Hazretlerinden aldığı yüksek manevi eğitimin yanında fıkıhda Molla Hüsrev, tefsirde Molla Gürani, Molla Yegan, Hızır Bey Çelebi, kelamda Hocazade, riyaziyyede Ali Kuşçu’dan ders almıştır.

    “YA BİZANS BİZİ ALIR YA BİZ BİZANS’I ALIRIZ”

    Fatih Sultan Mehmet Han, ashab-ı kiram zamanından beri devam edegelen ve İstanbul’un fethini hedef alan ulvi bir heyecan şeraresi halindeki hamlelerin sonuncusunun başkumandanlığını yapıyordu. Yaradılışındaki istidadlar, almış olduğu maddi ve kalbi eğitimle birleşerek, O’nu “feth-i mübin”e çoktan hazırlamış bulunuyordu. Şuuraltında bununla o kadar doluydu ki çocukluğundan beri elinde kağıt-kalem, daima fetih projeleri ile meşgul olmuştu. Vird halinde:

    “Ya Bizans bizi alır ya biz Bizans’ı alırız!..” diyordu.

    Yirmibir yaşında Sultan olduktan hemen sonra ulema ve ümerayı toplayıp İstanbul’un fethini istişare etti. Ancak toplantıya katılanların ekserisi:

    “–Kostantiniyye’nin fethi, ancak Mehdi’nin işidir!” dediler ve bu işe razı olmadılar.

    Bunu işiten Akşemsettin Hazretleri, ortaya çıkan neticeye hemen müdahale etti ve:

    “–Hayır! Sultanımız Mehmet Han, Kostantiniyye’yi fethedecektir!..” diyerek kararın fethe müteallık olmasını sağladı.

    Yıllardır İstanbul fethinin hasretiyle büyüyen Sultan Mehmet Han da, bundan ziyadesiyle memnûn kaldı. Derhal hazırlıkların yapılmasını emretti.

    Fahr-i Kainat -sallallahü aleyhi ve sellem-’in 900 sene evvelki müjdesini gerçekleştirerek, O’nun müjdesindeki iltifatlarına nail olmak için asker, kumandan, sultan, alim ve evliyanın gönülleri, heyecan ve istiğrak çağlayanı haline gelmiş bulunuyordu. Fatih ve askerlerinin asıl gücü, bundan kaynaklanıyordu. Nitekim Halid bin Zeyd -radıyallahü anh-’dan itibaren İstanbul’a karşı vaki her sefer ve her fetih hamlesi, neticesiz kaldıkça, ümid ve cesaretleri kıracağı yerde, bilakis dökülen mübarek sahabe kanlarının inzimamıyla (ilavesiyle) mücahidlerin azmini bileyen bir müessir güç haline geliyordu. Evvelki başarısız hamleler ve bu yolda sarfedilmiş neticesiz emekler, sanki yağmur dolu bulutların mecbûri bir inişle boşalması gibi fethin de, zuhûr safhasına intikalini zarûret haline getiriyordu. Ashab-ı kiram hazeratından başlayarak vaki müteaddid fetih hamlesinde dökülmüş olan mübarek kanlar, Fatih ve askerlerine bir vefa borcu gibi görünüyordu.

    Fatih’in eşsiz dehasının eseri olarak; gemiler, karadan yürütülüyor; havan topları, mevzilerine oturtuluyordu. Gönüller, bir an evvel Bizans’a girip Ayasofya’da ezan okuyabilmenin heyecanını duyuyordu.

    Asker:

    “Ne olursa olsun inşaallah zafer bizimdir!.”

    “Artık ya şehid olup cennete, veya zaferle Bizans’a gireceğiz!..” diyordu.

    Her biri, üzerlerine lav gibi ateş akıtan Bizans’ın surlarına tırmanmak için:

    “Bugün şehidlik sırası benimdir!” diyerek şehadet vuslatının aşk ve heyecanını yaşıyordu.

    Bu feth-i mübine, Ortaasya’dan tayy-i mekan ederek Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin de iştirak etmiş olduğunu, torunu Hace Muhammed Kasım şöyle nakleder:

    “Ubeydullah Ahrar Hazretleri, perşembe günü öğleden sonra aniden atının hazırlanmasını emretti. Atına binip sür’atle Semerkant’tan dışarı çıktı. Talebelerine: «–Siz burada oturunuz!.» buyurdu.

    Mevlana Şeyh adı ile marûf bir talebesi, kendisini bir müddet takip etti. Ubeydullah Ahrar Hazretlerinin, atının üzerinde bir sağa, bir sola meylinden sonra kaybolduğu haberini verdi. Ubeydullah Ahrar Hazretleri bir müddet sonra döndü. Talebeleri, heyecanla bu ani yolculuğun hikmetini sordular. O da:

    «–Türk sultanı Mehmet Han, benden istiane etti. Yardım diledi. Ben de O’na yardım etmeye gittim. Allah’ın izni ile zafer kazanıldı..» buyurdular.”

    Horasan’dan gelip İstanbul fethine iştirak eden pir Ubeydullah Ahrar’ın oğlu Hace Abdülhadi şöyle anlatır:

    “İstanbul’a gittiğimde Sultan II. Bayezid, babam Ubeydullah Ahrar’ın şekil ve şemailini şu şekilde tarif etti:

    «–Babam Fatih anlattı: Fethin en şiddetli zamanında Rabbime iltica ederek, zamanın kutbunun imdada yetişmesini istedim.. Şu şu vasıfta bir beyaz atın üzerinde karşıma geldi:

    “–Korkma! Zafer senindir!..” buyurdu.

    O pire:

    “–Küffar askeri çok fazla!.” dedim.

    O da bana cübbesini açarak:

    “–İçine bak!” dedi.

    Hayretle cübbesinin yeninin içinden sel gibi akan bir ordu gördüm:

    “–Bu ordu sana yardıma geldi..” dedi.

    Devam etti:

    “–Şimdi şu tepenin üzerinden üç defa kös’e tokmak vur! Ve bütün askere hücûm emrini ver!” buyurdu.

    Ben de aynen öyle yaptım. O pir de, ordusu ile hücûma iştirak etti. Feth-i mübin gerçekleşti..”

    Velhasıl Fatih’in, fetih sırasında cümle evliyanın rûhaniyet ve istianesinden müstefid olduğu tarihi bir vakıadır.

    Husûsiyle Akşemsettin Hazretlerinin manevi sahada olduğu kadar zahiri sahada da çok büyük yardımları olmuştur. O’nun, Sultan Mehmet Han’a olan dua ve niyazları yanında zuhûr eden birtakım aksaklıkları giderme bakımından verdiği nasihatlar da oldukça mühimdir. Gerçekten de Akşemsettin Hazretlerinin, boğazdan Bizans’a erzak ve yardım getiren düşman donanmasına engel olunamaması karşısında atını denize süren Fatih’i irşaden yaptığı tavsıyeler, tarihi bir kıymet arzeder. O maneviyat sultanı, talebesi olan genç Sultan’a der ki:

    “Saf ve temiz selamları ulaştırdıktan sonra Sultanımıza arzolunur ki, donanma mürettebatının ihmalinden doğan hadise, kalblere hayli üzüntü ve hoşnutsuzluk verdi. Eldeki bir fırsatın kaçırılmasına mahzûn olduk. Zannımca bu hatanın sebeplerine gelince;

    Birincisi; ihlasla gayrette bir anlık za’fiyet gösterilmesi ve siz Sultan’ımızın idari hususlardaki talimatlarının ihmal veya ihlal edilmesidir.

    İkincisi; bu zayıf kulun, ettiği dua ve birtakım manevi işaretlere binaen verdiği fetih müjdesine itibar edilmemesidir.

    Daha bir çok mahzur sayılabilir.

    O halde Sultanım! Taarruzda iken yumuşaklık göstermeyip disiplini muhafaza ediniz! Kim itaatsizlik etti ise, kimin ihmali varsa, araştırıp şiddetle cezalandırılmalı, azl ve tazir edilmelidir. Böyle yapılmazsa, yarın kaleye hücûm ile surların dibindeki hendeklerin doldurulması gerektiğinde önemsemeyip gevşeklik gösterirler. Bilirsiniz bazıları cezadan korkar.

    Umudumuz, imkan ölçüsünde gerek fiilen, gerek emir vermek ve hükmetmek husûsunda ciddi ve gayretli olup azmi elden bırakmamanızdır. Aynı şekilde ihmalkar davrananları cezalandırma işini, merhamet ve insafı az birine bırakınız ki, gerektiği şekilde cezalarını infaz eylesin!

    Allah Teala buyuruyor:

    “Ey peygamber! Kafirlerle ve münafıklarla savaş! Karşılarında çetin ol! Onların yeri cehennemdir. O ne kötü dönüş yeridir.” (et-Tevbe, 73)

    Önden gitmeyenlerin kalbinde za’fiyet vardır. Onlar, münafık hükmündedir ve kafirlerle cehennem azabında beraber olacaklardır.

    Maslahat icabı himmetinizi yüksek tutun! Sonunda mahzûn, mahcûb ve mağmûm olmayalım… Huzûr-i ilahiye ferah, mansûr ve muzaffer olarak gidelim..

    Hüküm Allah’ındır. Ancak kul, elinden geldiği kadar gayret ve çalışmada kusur etmemelidir. Rasûlullah ve ashabının sünneti budur.

    Sultanım! Bu gece kalbi kırık bir şekilde Kur’an-ı Kerim tilavet eyleyip yatmıştım. Allah’a çok şükür ki, nicedir vaki olmayan müjdeler gerçekleşti. Hazretinize söylediklerimiz fuzûli kelam sayılmasın!. Bunlar, siz Hünkar’ımıza olan muhabbetimizdendir.”

    PEYGAMBER EFENDİMİZ’İN MÜJDESİNE NAİL OLDU

    Feth-i mübin uzadıkça uzuyordu. Başlangıçta fethe karşı çıkanlar arasında huzûrsuzluk başladı. Öyle ki, Sultan Fatih’in yanına varıp:

    “–Sultanım! Bir dervişin sözüyle bu kadar asker helak oldu. Hala Frengistan’dan kafire yardım gelir. Artık fetih ümidi kalmadı…” dediler.

    Hem fethin gecikmesinden hem de onu istemeyenlerin yaptıkları tazyiklerden son derece canı sıkılan Fatih, veziri Ahmed Paşa’yı hocası Akşemsettin’e yolladı:

    “–Paşa! Var Şeyh Hazretlerine sor ki, kaleyi fethetmek ve zafere ulaşmak müyesser midir?”

    Bu suale Akşemsettin Hazretleri, cevaben:

    “–Ümmet-i Muhammed’den bu kadar müslümanlar ve gaziler bir kafir kalesine hücûm eylediler. İnşaallah fetih müyesser olur!..” haberini gönderdi.

    Ancak Fatih Sultan Mehmet Han, bu haberden arzu ettiği cevabı alamamış olduğundan ve biraz da içinde bulunduğu halet-i rûhiyenin verdiği fetih ve zafer iştiyakının sabır ve itidalindeki tahammülü zorlaması ile Ahmed Paşa’ya:

    “–Paşa! Bu haber kafi değil! Müjdelediği zaferin vaktini dahi bildirsin!..” dedi.

    Genç Sultan’ın içinde bulunduğu durumu gayet iyi bilen Akşemsettin Hazretleri, derin ufuklara daldı ve fethin akamete uğramaması için Sultan’ın irade ve azmini manen takviye zarûreti hissederek uzun müddet Rabbine iltica etti. Nihayet varid olan zuhûrat neticesinde, kendisinden istenilen malûmatı verdi:

    “–Rabiulevvel ayının yirminci günü seher vaktinde sıdk u himmetle filan canibden hücûm edilsin! Fetih o gün nasib ola!.. Kostantiniyye şehri ezan sadalarıyla dola!..” dedi.

    Bu müjdeyi alan Sultan Mehmet Han, 29 Mayıs 1453 sabahı karadan ve denizden görülmemiş bir azimle büyük bir hücûm başlattı. Top gürültüleri arasında göklere yükselen kös, davul ve mehterin kudretli sesleri, tekbir sadalarıyla birleşerek Fatih ve askerlerini Peygamber müjdesi rehberliğinde İstanbul’a bir sel gibi akıtıyordu.

    Böyle bir heyecan ve şevkle yapılan hücûmla, nihayet surların üzerinde Ulubatlı Hasan’ın diktiği bayrak, dört bir yana dalgalanmaya başladı. Artık Kostantiniyye fethedilmişti. Defalarca kuşatılan bu şehrin fethi genç hükümdar Gazi Sultan Mehmet Han’a nasib olmuştu.
     
  2. Lasey

    Lasey Admin

    CİHANGİR HÜNKAR

    Cihangir Hünkar, fetihten sonra alimler, arifler, ve paşalarla beraber -hatta sonradan kendisini muhakeme edecek olan- kadı Hızır Bey’le de yanyana, muhteşem bir merasim ile Edirnekapı’dan şehre girdi.

    Beyaz atının üzerinde askerlerine son talimatını şöyle verdi:

    “–Gazilerim! Cenab-ı Hakk’a hamd ü senalar olsun ki İstanbul’un fatihleri oldunuz! Mukavemet etmeyip aman dileyenlere asla dokunmayın! Kadınlara, çocuklara, yaşlılara ve hastalara da en küçük bir zarar vermeyin! Sadece size helal olan ganimetlerden alınız!..”

    O’nun insan hakları beyannamesinden çok evvel ilan ettiği bu hükümler, milli tarihimizin en şerefli vesikalarından biridir. Bu adilane tavır karşısında hayran kalarak gözleri dolan İstanbul patriği, Fatih’in ayaklarına kapandı. Fatih, onu ayağa kaldırarak:

    “–Bizim dinimizde insanlar karşısında Allah’a secde eder gibi eğilmek haramdır. Kalkınız! Size ve sizinle birlikte bütün hıristiyanlara her türlü hak ve hürriyetleri iade ediyorum. Şu andan itibaren artık hayatınız ve hürriyetiniz husûsunda gazab-ı şahanemden korkmayınız!.. Patrikhane, Rum ortodoks cemaatinin lideri olarak tarih içinde kazanmış bulunduğu bütün imtiyazları muhafaza edecektir…” dedi.

    Fatih Sultan Mehmet Han, daha sonra bir ferman-ı hümayûn ile bu sözlerini te’yid ve tekrar etmiştir ki, bunun manası, ortadan kalkmak durumuna gelmiş bulunan patrikhaneyi yeniden ve daha kuvvetli bir sûrette ayakta tutmaktı. Bu ise, Fatih’in ileri görüşlülüğünün parlak misallerinden biridir. Zira İstanbul’daki patrikhane, dünya ortodoksluğunun merkezi idi. Devlet-i Aliyye’nin düşmanlarından olan Ruslar ve Sırplar bu merkeze bağlıydılar. Katolik papalıkla ortodoks alemi arasında başlangıçtan beri bir husûmet mevcûddu. Eğer ortodoks mezhebinin merkezi ortadan kaldırılmış olsaydı, zamanla hıristiyanlık alemi, papanın liderliği altında birleşebilirdi. Bu ikililiğin devamı için papalığın muadil ve mukabili olarak devamı gerekirdi. Bu ise, hıristiyan birliğini parçalamak demekti. Bunun içindir ki Fatih, fermanında patriğin ekümenik, yani alem-şümûl vasfını da kabûl etmiştir.

    Bu davranışla takip edilen siyasetin bir diğer yönü de müslümanların, hıristiyanlara karşı adaletli ve müsamahakar tutumunun hıristiyanlık alemi üzerinde husûle getireceği müsbet te’sirdi. Gerçekten Osmanlı’nın, Büyük Fransız İnkılabı’yla başlayan milliyetçilik cereyanlarına kadar Rumeli’de nüfusça azınlık olunduğu halde sağlayabildiği sulh ve sükûnun temelinde yatan asıl müessir, budur. Ayrıca bu adalet, birçok hıristiyanın hidayetine de vesile olmuştur.

    DERVİŞ YOLU

    Fatih, Şehzadebaşı, Bayezit yolunu takip ederek ilerliyordu. Yol kenarlarında askerler selama durmuştu. Rum kızları ise, genç Sultanı çiçek yağmuruna tutuyorlardı. Bu sırada bir derviş, yolun ortasına çıktı. Fatih’e hitaben:

    “–İstanbul’u fethettim, diye bu kadar kendine paye alma! Sen İstanbul’u bizim gibi dervişlerin duası ile aldın..” dedi.

    Fatih de cevaben:

    “–Doğru söylersin derviş baba.. Lakin bir harp, dua askeri ile kılıç askeri müşterek hareket ederse, zafere ulaşır. Duayı bırakanları, ahiret cehennemi bekler. Kılıcı bırakanlara da, çok yazık olur!. Dua temel saiktir. Lakin ona esbaba tevessül de eklenmelidir ki, netice alınabilsin! İşte bugün de böyle olmuştur. Hep birlikte hem dua eyledik, hem de kılıç salladık; zafer müyesser oldu. Zaferin sırrı, Hazret-i Peygamber -sallallahü aleyhi ve sellem-’in izini takip etmektir..” dedi.

    Büyük Hünkar, bu sûretle kendisinden sonra gelecek nesle de, zaferin mecbûri şartının; kılıcın, Kur’an rûhu istikametinde kullanılması ile mümkün olacağını ne güzel ifade etmiştir.

    Bundan dolayıdır ki, bütün Osmanlı tarihi boyunca kılıçla fethedilen şehirlerde en az bir camide “an-fetih” sûretiyle hatib efendi cum’a hutbesine kılıçla çıkar ve ona dayanarak hutbesini okurdu. Bunun manası, hatibin konuşma hakkı ve hürriyetinin, kuvvet ve kudreti elinde bulundurmakla mümkün olduğuna işaretti. Bugün bile Bayezid Cami-i Şerifi’nde hatibler hutbeye kılıçla çıkarlar. Diğer taraftan şayet fethedilen belde kılıç girmeden sulhen ele geçmişse, orada da hatib efendi, cum’a hutbesine “an-vatan” sûretiyle elinde bir Kur’an-ı Kerim ile çıkardı.

    İSTANBUL’UN FETHİ

    Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethini maddi sebepler kadar manevi ricalin himmetine de atfetmektedir. Bundan dolayı kendisine gül atan Rum kızlarına hocası Akşemsettin Hazretlerini gösteriyor ve bu iltifatların, asıl onun, yani galebede kendisine omuz veren maneviyatın hakkı olduğunu ifade etmek istiyordu.

    O’nun, Akşemsettin Hazretlerine gösterdiği tazim, pek yüksektir. Öyle ki, İstanbul’u fethettiği gün etrafındakilere:

    “–Bende gördüğünüz bu sevinç ve huzûr, yalnız bu kalenin fethine değil; Akşemsettin gibi aziz ve mübarek bir Allah dostunun benim zamanımda ve benimle beraber olmasındandır…” demesi, şayan-ı dikkattir.

    Şiirlerini «Avni» mahlasıyla yazan Hünkar’ın rûhi derinliğini aksettiren şu iki beytinde, O’nun i’la-yı kelimetullah davasında sadece ve sadece Allah’ın nebileri ile velilerine istinad ettiği görülmektedir:

    İmtisal-i «cahidû fillah» olupdur niyyetüm

    Din-i İslam’ın mücerred gayretüdür gayretüm

    “Niyyetim; «Allah yolunda cihad ediniz!» emrine riayet etmektir. Gayretim de, İslam dininin halis ve ulvi gayretidir.”

    Enbiya vü evliyaya istinadım var benim,

    Lutf-i Hakk’dandır heman ümmid-i feth u nusretüm

    “Benim, peygamberlere ve Allah dostlarına bağlılığım vardır. Fetih ve zafer ümidim de, daima Allah’ın lutfundandır.”

    İşte O’nun enbiyaya ve ehlullaha karşı bu yüce bağlılık ve ihtiramıdır ki, onların himmet ve feyzlerinden daima müstefid olmasına vesile olmuştur. Nitekim başta Akşemsettin Hazretleri olmak üzere bütün evliyaullah, bilhassa İstanbul’un fethinde O’na her türlü maddi ve manevi yardımı sağlamışlardır. Öyle ki Akşemsettin Hazretleri, Fatih’e fetihden evvel istikbale aid malûmatlar bile vermiştir. Daha sonra Akşemsettin -kuddise sirruh- Hazretlerine, fethi müteakıben:

    “–Niçin fethi önceden haber vererek, istikbal hakkında sözler söyledin?” diye sorulunca, O da:

    “–Kardeşim Hızır -aleyhisselam-’dan, fethin ne zaman zuhûr edeceğini öğrenmiştik!.” buyurdu.

    AKŞEMSETTİN HAZRETLERİNİN KERAMETİ

    Fatih Sultan Mehmet Han, İstanbul’un fethinden sonra, daha evvel feth-i mübin için gelip orada şehid düşmüş bulunan ashab-ı güzinin kabirlerini tesbit ettirmeye başladı. Bunlardan Hazret-i Peygamber’in mihmandarlığını yapan Ebû Eyyûb el-Ensari’nin kabrini hassaten tesbit ettirmek istiyordu. Ancak düşman tecavüzlerine karşı muhafaza maksadı ile gizlenmiş olan bu mübarek kabr-i şerif, bulunamadı. Bunun üzerine Fatih, Akşemsettin Hazretlerine müracaat ederek:

    “–Efendi Hazretleri! Ebû Eyyûb el-Ensari’nin kabrini nasıl bulabiliriz?” diye sordu.

    Hazret-i Pir, birkaç dakika murakabeye vardıktan sonra o mübarek ve şanlı sahabinin kabrinin yerini gösterdi. Oraya işaret olması için bir sopa dikildi. Fakat Fatih Mehmet Han, hocasına itimadsızlığından değil, ancak gönlünün tamamen mutmain olması için geceleyin sopanın yerini değiştirdi. Ertesi gün belirlenen yeri kazmak üzere gelindiğinde Akşemsettin Hazretleri, tekrar murakabeye vardı ve talebesi Fatih’in hayret nazarları arasında:

    “–Sultanım! İşaretimizin yeri değişmiş!..” deyip sopayı eski yerine getirdi.

    Artık Sultan’ın gönlünde hiçbir şüphe kırıntısı dahi kalmadı ve gösterilen yer kazılmaya başlandı. Birazdan Ebû Eyyûb’a aid bir mezar taşı çıktı; Akşemsettin Hazretlerinin kerameti tahakkuk etti.

    Sultan Fatih’in emri üzerine kabir, tamamen ortaya çıkarılarak üzerine bir türbe yanına da bir cami ve medrese inşa edildi.

    FATİH’İN ALLAH DOSTLARINA OLAN MUHABBETİ

    Fatih, manevi terbiyesinde yetiştiği hocası Akşemsettin’i çok sever, O’na pek fazla hürmet ederdi. Sık sık ziyaretine gider; yanından, gönlü huzûr ve sükûn içinde dönerdi.

    Akşemsettin de, ara-sıra kendisini ziyarete gelince Fatih, ayağa kalkar, O’nu haşyetle ayakta karşılardı. Mahmûd Paşa, birgün merak ve hayretle:

    “–Aziz sultanım, siz hiçbir alime göstermediğiniz hürmet ve tazimi Akşemsettin’e gösteriyorsunuz!. O’nun yanında size bambaşka bir hal oluyor. O’nun diğer alimlerden ne farklı tarafı var?..” diye sordu.

    Fatih de cevaben:

    “–Hiçbir zaman, mekan ve şahısta görmediğim heybet ve cazibeyi, bu kişide görüyorum. Bu heybet ve muhabbet, gönlümü alt-üst ediyor. Beni apayrı alemlere sevkediyor. Muhabbet ve heybet, birbirine zıd iki hal olduğu halde, rûhumda nasıl birleşiyor?! Ben de buna hayret ediyorum.. Bu hal nedir? Bu hal, neyin nesidir?. Anlıyorum ki bu, O’nun cismani varlığından değil, Hakk’ın mazharı olmasındandır. O’nun huzûrunda elim titriyor, dilim dolaşıyor, aciz bir çocuk gibi kalıyorum. O’nun gönül penceresinden, ayrı alemler, ayrı nakışlar seyrediyorum. İşte bu halim, O’nun rûh dünyasının bana olan in’ikasıdır. Aynı zamanda O’nun kendi rûhi derinliğini resmeder.” dedi.

    Bu sebepledir ki fetihten sonra Akşemsettin Hazretleri de, Sultan’ın, kendi sohbetinden alacağı feyz ile devlet işlerini aksatmaması için İstanbul’dan ayrılmış, memleketi olan Göynük’e yerleşmiştir. Ancak Sultan Fatih’le aralarındaki gönül bağı ve manevi irşadı mektuplarla devam etmiştir. Baba-oğul muhabbetinden daha öteye bir yakınlıkla Sultan’la hocasının arasındaki bu yüksek muhabbeti sergileyen aşağıdaki mektup, Akşemsettin Hazretlerinin gönlünden taşan ne güzel bir öğüdüdür:

    “Dünya rahatlığı, ahıret rahatlığına nisbetle yok gibidir. Cismani lezzet, rûhani lezzete nisbetle bir hiçtir. Hiçe iltifat etmeyiniz! Belaların en şiddetlisi peygamberlere, sonra velilere, sonra halifeleredir. Peygamberler ve veliler yolunun yolcusu olduğunuzu, en büyük nimet bilip hiçbir beladan elem duymayınız, aksine lezzet alınız! Kur’an-ı Kerim’de «bir zorluk» iki kolaylık arasında zikredilir. İnşaallah yakın zamanda zorluklar bitecek, her tarafta düşmanlar zelil ve hakir olacaktır. Yanımda Allah’a ahdettiğiniz şeyleri sakın ola ki bozmayınız! Böyle yaptığınız takdirde her zaman mansûr ve muzaffer olursunuz!

    Memleketin ahvali, sizin ahvalinize tabidir. Zira sultanlar, memlekete nisbetle bedendeki rûh gibidirler. Bedeni idare eden rûhtur. Kendinizi sair halk gibi zannetmeyin ve memleketin ıslahından başka şeyle meşgûl olmayın!. Vesselam…”

    FATİH SULTAN MEHMET’İN NAMAZ FERMANI

    İşte böyle büyük irşadlarla hayatına yön veren Fatih Sultan Mehmet Han, ibadet hayatına dikkat eder; idaresi altında bulunanların ibadat u taatlerinde gevşeklik göstermemelerini isterdi. O’nun bu hassasiyetini, namazın kılınmasıyla alakalı olarak vilayetlere gönderdiği şu ferman ne güzel ifade eder:

    “Allah Teala, emir ve nehiylerinin yerine getirilmesini bize nasib ve müyesser buyursun! Cenab-ı Hakk’ın «Namazı ikame ediniz!» emr-i ilahisi ve Hazret-i Peygamber’in:

    «Namaz dinin direğidir; onu dosdoğru kılan dinini ikame etmiş, terkeden dinini yıkmış olur…»

    mübarek emr-i şerifi üzere hayırları emir ve şerlerden meneylemek üzerime vacibdir. Bunun için bir kişi vazifelendirdim. O, bu husûsda gerekli takibatı yapacaktır. Böylece her kim namazı terk ederse, gerektiği şekilde irşad edilecektir. Bu hizmete devlet erkanı da yardımcı ola!.. Dolayısıyla İslamiyyet’in yüce ahkam, emir ve yasaklarını yerine getirmede gevşeklik ve tenbelliğe asla meydan verilmeye!. Mescidler ve medreseler, cemaatsiz kalarak virane ve harabeye dönmeye!. O mübarek mekanlar doldurulup mamûr edile!. Ta ki din-i İslam kuvvetli ve payidar ola ki, maddi ve manevi zaferler vücûd bula!..”

    Bu davranış, ayet-i kerimede sena buyurulan bir ahlak-ı İslamiyye’dir. Allah Teala buyurur:

    “Onlar (o mü’minler) ki, eğer kendilerine yeryüzünde iktidar verirsek, namazı ikame ederler, zekatı verirler, iyiliği emreder ve kötülükten nehyederler. İşlerinin sonu Allah’a varır.” (el-Hacc, 41)

    FATİH SULTAN MEHMET’İ KAPISINDAN DÖNDÜREN VELİ

    Fatih, velilerin ziyaretlerinden büyük bir huzûr bulurdu. Onların feyz ve berekatından gönlü vecd ile dolup taşardı.

    Bir gün, zamanın evliyasından Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretlerini ziyaret etmeyi çok arzuladı. Erkanı ile birlikte tekkenin kapısına kadar gitti. Ne görsün ki, herkese açık olan kapı, maalesef kendisine kapatılmıştı.

    Hünkar, üzüldü; rengi soldu.

    İçeride Ebu’l-Vefa Hazretleri de aynı durumda idi. Müridan da, edeben bir şey soramıyorlardı. Fakat içlerinden “Bu işin sırrı nedir?” diyerek hayretle hadisenin seyrini merak ediyorlardı. Nasıl olur ki, bir sarhoşa dahi açık olan kapı, müjdeli bir hadis-i şerifin tecellisine mazhar olan zata kapatılmıştı?!.

    Fatih, mahzûn bir şekilde geri döndü…

    Bir çağ kapayıp, bir çağ açan, Bizans surlarını yerle bir eden ulu hakan, bir gönül erinin tekkesinin esrarlı kapısını açamadan geri dönmüştü.

    Aradan bir zaman geçtikten sonra Hünkar, yine hassas kalbinin derinliklerinden gelen bir heyecan ile Ebu’l-Vefa Hazretlerini ziyarete hazırlanıp, erkanı ile tekrar oraya gittiler. Yine aynı manzara; kapı kapalı!.

    Hünkar’ın dehşeti arttı. Yaverine:

    “–Kemal-i edeb ile huzûra gir! Anla bu iş neyin nesi?. Bu muamma nedir? Bu ne acep bir haldir?” dedi.

    Yaver huzûra girdi. Ebu’l-Vefa Hazretleri yavere dedi ki:

    “–Hünkarımız Fatih’in hassas ve coşkun bir gönlü vardır. Buraya girer de bizim alemimizdeki zevki tadarsa, bir daha ayrılmak istemez ve devletin idaresine dönmez!. Lakin bu mülk ve ümmet O’na emanettir. Kendisi kadar liyakatli bir kimse gelip O’nun yerini dolduramaz ise, mülk ve ümmet zarar görür. O da, ben de günahkar oluruz!.

    Sonra; rûhu buranın manevi havası ile dolacak, neyi varsa buraya getirip infak edecek.. Dula, yetime, garibe, biçareye ve bikese gidecek olan imkanlar, buraya akacak!. Aynı zamanda müridanın gönlüne dünya muhabbeti girecek, düzenimiz bozulacak!..

    Hünkarımız Efendimiz’e bizler buradan dua ve teveccüh halindeyiz.. Gönlü, gönlümüzün içindedir…” buyurdu.

    Yaver huzûrdan ayrılıp, tekkenin kapısında merakla neticeyi bekleyen Hünkar’a bu sözleri nakledince, Hünkar sordu:

    “–Hazret bu hislerini ifade ederken nasıldı?.”

    Yaver:

    “–Hünkarım! Ebu’l-Vefa Hazretleri, bir taraftan bu sözleri söylerken, diğer taraftan da gönlü hicran ile yanmış olmalıydı ki, gözlerinden damlalar dökülüyordu…” dedi.

    Fatih, başını önüne eğdi. Ufuklara sığmayan bakışları, derin, mehtaplı bir gece gibi başka bir aleme döndü. Gözleri nemlenerek, baharda dallarda biriken şebnemler gibi yaşlar dökülmeye başladı. Ebu’l-Vefa Hazretleriyle görüşmek, kendisine hiç nasib olmadı…

    Vakta ki Fatih’in vefatı haberi gelince, Ebu’l-Vefa Hazretleri saraya gitti. Hünkar’ın cenaze namazını kıldırdı.
     
  3. Lasey

    Lasey Admin

    FATİH KANUNNAMELERİ

    Fatih Sultan Mehmet Han, devletin daha evvel içine düştüğü birtakım tehlike ve hataları değerlendirip «Fatih Kanunnameleri» denilen kanunnameleri hazırladı. Lakin sanılmamalıdır ki bunlar, onun veya o devirdeki ricalin şahsi düşüncelerini aksettirir. Asla!..

    OSMANLI’DA KARDEŞ VE EVLAT KATLİ MES’ELESİ

    Devlet idaresine dair pek çok kaide ihtiva eden bu kanunnamelerde günümüze kadar üzerinde pek çok tartışma cereyan etmiş bulunan mes’eleler, “kardeş ve evlad katli” ile vezirlerin siyaseten cellada havale edilmeleri keyfiyetleridir.

    Dikkat olunursa, hanedan mensuplarıyla vezir rütbesini haiz kimselere mahsûs olan bu kaidenin iki husûsi sebebi vardır:

    1) Bunlar, icabında devleti bölebilecek bir otoriteye sahip olduklarından haklarındaki kararın sür’atle verilmesi gerekmektedir. Sıradan mahkemelerin usûl hükümleri, buna imkan vermediğinden, bir ihanet halinde usûli kaideler yerine getirilinceye kadar iş işten geçmiş olur ve telafisi mümkün olmayan zararlar ortaya çıkar. Bundan dolayıdır ki, Sultana:

    “–Cellad!..” diye bağırma hakkı verilmiştir.

    2) Bunlar, devlette otorite bakımından en üst mevkide bulundukları için kendilerini korkmadan muhakeme edebilecek olan daha üstün bir otorite sadece Sultantır. Halkdan birini Sultanın cellada havale edebilmesi ise, onun sadece sefer halindeki bir orduya mensub bulunmasına bağlıdır. Gerçekten sefer halindeki bir orduda bazen bir nefer bile bir bozguna sebep olabilir.

    Bu temel sebeplerle ortaya çıkan şu tatbikat bile nefsani hislere meydan vermemek için daima şeyhülislam fetvasına dayandırılmıştır.

    Bu sebepler, devletin bölünmekten korunması ve bekasının te’mini gibi haklı bir endişenin eseridir. Gerçekten büyüyen bir devletin parçalanıp dağılmaktan muhafazası, oldukça güçtür. O günkü muhabere imkanları da dikkate alınırsa, bu güçlüğü takdir etmek, daha da kolaylaşır.

    Bu ölçüler ışığında devletin tek elden idare edilerek ümmetin parçalanıp güçsüz beyliklere bölünmemesi ve bu sûretle ehl-i küfür karşısında devamlı olarak kudretli kalınabilmesi için Fatih’in hukûkileştirdiği «kardeş ve evlad katli» mes’elesi, Osmanlı Devleti’nin ömrünü uzatan en büyük saiklerden olduğu söylenebilir.

    Bu husûsdaki madde şöyledir:

    “Evladımdan her kime ki saltanat müyesser olursa, (mecbûriyet halinde) nizam-ı alem için karındaşını öldürebilir. Ekseri ulema dahi tecviz etmiştir. Gerektiğinde anınla amil olalar…”

    Demek oluyor ki Fatih, bunu emretmiyor. İhtilal ve anarşi gibi şartların son derece mecbûr bıraktığı durumlarda başvurulabilecek bir müsaade olarak hukûkileştirmiş oluyor.

    Buradaki nükteyi doğru anlamayarak Osmanlı’nın velayet derecesine yükselmiş bulunan sultanlarını bile -haşa- canilikle suçlamak, yerinde bir hüküm değildir. Dünya tarihinde bir misli bulunmayan teb’asının menfaati için kendi evlad ve kardeşini feda etme husûsiyeti karşısında hislerden ziyade idrak, irade ve tarihi gerçeklere göre tahlilde bulunmak icab eder.

    Diğer bir gerçek de şudur ki, 623 sene gibi uzun bir imparatorluk devresinde “evlad ve kardeş katli” sebebiyle ölenlerin sayısı, takriben altmış küsûr kadardır. Aksi halde bu rakam, yüzbinleri bulur, hatta daha ziyade olabilirdi.

    Nitekim bu husûsda ibretli bir tablo olarak, sadece Yavuz Sultan Selim Han ile ona isyan etmiş bulunan Şehzade Ahmed’in saltanat davasında Konya ovasında yapılan mücadelede iki taraftan yaklaşık onbin müslüman kanının aktığını hatırlatmak kafidir. Bu da gösteriyor ki, kardeş ve evlad katli mes’elesi, alternatifsiz iki büyük mecbûri tehlikeden en hafifini tercih etmek zarûretine binaen naçar bir şekilde tatbik edilmiş bir hadisedir. Birçok kritik durumlarda ortaya çıkan bu çaresizliği açıkça görmek mümkündür.

    Yavuz Sultan Selim Han, kendisiyle mücadele edip bertaraf edilen kardeşi Şehzade Korkut’un tabutu altına ağlaya ağlaya girmiş ve:

    “–Ey kardeşim! Ne sen bana bunu yapsaydın, ne de ben böyle yapmak zorunda kalsaydım!..” demiştir.

    Kanûni de, oğlu Şehzade Mustafa’yı katlettirdikten sonra onun cenaze namazını kıldırmak istemiş, ancak garkolduğu gözyaşı selleriyle namazını bozmak zorunda kalmıştır. Zira Kanûni, bir meyvedeki karıncanın kırılmasının caiz olup olmadığı husûsunda bile Şeyhülislam Ebussuûd Efendi’den fetva soracak kadar içli, muhlis ve müttaki bir mü’mindi…

    Bu ve benzeri acıklı ve tezatlı hadiseler, cihan-şümûl bir imparatorluğun bağrına saplanan elem dolu hatıralardır. Bunlar, cihana yön veren büyük cihangirlerin rûhunda kanayan sıcak bir yaraya batan bir diken gibi olmuştur. Bunun için hamiyetli sultanlar, zarûreten bertaraf ettikleri şehzadelerin aile ve yakınlarını mağdur etmemişlerdir. Bolca lutuf ve ihsanlarda bulunmanın yanında şehzade ailelerine lüzûmlu tahsisatı bağlamışlar ve yakın hizmetindekileri de devletin çeşitli makam ve mevkilerinde vazifelendirmişlerdir.

    Hulasa “kardeş ve evlad katli” mes’elesinde söylenecek son söz şudur:

    Altı asırlık cihan-şümûl bir imparatorluk olan Osmanlı’nın hata ve sevaplarıyla mütalaa edilmesi ile neticelere gitmek, en doğru bir harekettir.

    AVRUPA HARİTASINI YANINDAN AYIRMAZDI

    Fatih Sultan Mehmet Han, düşmanlar tarafından bile takdir edilen bir Sultandı. Yegane gayesi İslam bayrağını bütün cihana hakim kılmaktı. Avrupa haritasını yanından ayırmazdı.

    FATİH SULTAN MEHMET’İN VAKFİYESİ

    Hassas, ince ruhlu, müşfik bir Sultan olan Fatih, zahiri alemdeki yükselişini, maneviyat aleminde, yani tasavvuf vadisinde de gerçekleştirmiş, zülcenahayn (iki kanatlı, iki vecheli) dev bir şahsiyetti. Kısacası O, zahirde de batında da emsalsiz bir sultandı. Milletin hakkında o kadar ince ve merhametli düşünürdü ki, toplumunun sanki maddi ve manevi babası idi. Bir merhamet abidesi olan Fatih, ümmete sayısız vakıflar te’sisi ile devrini, sosyal adalet anlayışının zirvesine yükseltmiştir. Bu vakıfların vakfiyeleri, O’nun ulvi yüreğinin inceliklerini sergiler:

    Bir vakfiyesinde şöyle demektedir:

    “İnşa ettirdiğim imarethanemde İstanbul fukarası yemek yiyeler! İstanbul fethinin şehid ailelerine ve yetimlerine ise, kapalı kaplarda, hava karardıktan sonra, komşularının dikkatini celb etmeden, onların izzet ve haysiyetleri korunarak yemek ikram edile!..”

    Görüldüğü gibi Fatih, toplumun korunmaya muhtaç fertleri için en hassas edeb ve şefkat ölçülerini aksettiren bu ulvi kaideleri asırlarca evvel bu şekilde ortaya koyuyordu.

    Şehid ailelerine olan ihtimamı, ka’bına varılmaz bir vefa örneğidir. Bilhassa, zamanımız insanına bir nezaket, bir vicdan, bir merhamet ve bir edeb dersidir.

    FATİH SULTAN MEHMET’İN ADALETİ

    Fatih Sultan Mehmet Han devrinde memleketin her tarafında, her karış toprağında adalet, hak ve hukûk hakim durumda idi. Kanûn önünde bütün insanlar eşitti. Sanki:

    “Adalet, mülkün temelidir..” ifadesi, O’nun için varid olmuştu.

    Zengin ile fakir, sultan ile köylü aynı hakka sahipti. Gayr-i müslimlerin haklarına ise, onları vediatullah, yani devlete Allah tarafından emanet edilmiş, korunmaya muhtaç kimseler olarak kabul olunduklarından daha çok riayet edilirdi. Bu yüzden gayr-i müslimleri hiç kimse incitmezdi. Osmanlı’nın bu adaletini gören Hıristiyanlar, onlara adeta aşık oldular. Bilhassa Rumeli’deki fütûhatın sür’atle genişlemesinde bu dillere destan Osmanlı adaleti pek müessir olmuştur. O derecede ki, İstanbul muhasara altında iken Papalıktan yardım istenmesi teklifine karşı, o devrin asillerinden Notaras’ın şöyle demiş olduğu tarihte pek meşhurdur:

    “–İstanbul’da kardinal şapkası görmektense, Türkler’in sarığını görmeyi tercih ederim!..”

    İşte bu yüce adalet anlayışı ve tatbikatı sebebiyle birçok rahibe, Müslüman olup Osmanlı kadınları gibi tesettüre büründü. Zulüm içinde yaşayan Hıristiyan halk, henüz fethedilmemiş yerlerde bir an önce huzûr ve adalete kavuşmanın hasretiyle Osmanlılar lehine casusluk bile yaptılar. Osmanlılar da, bir vefa borcu olarak, kendilerine yardım edenleri unutmayıp en güzel şekilde mükafatlandırdılar. Onların gönüllerini hoş tuttular.

    Fatih, adalete ve adaleti tevzi eden kadılara çok ehemmiyet verir, onların hakkı ve hukûku tenfiz etmesi için kendilerine daima yardımcı olurdu.

    FATİH SULTAN MEHMET’İN YAPTIRDIĞI ESERLER

    Fatih Sultan Mehmet Han’ın ömrü muazzam ideallerin gerçekleştirilmesi yolunda büyük gayretlerle geçmiştir. O, bizzat katıldığı 25 harbin yanında her türlü imar faaliyetlerinden ve ilmi gayretlerden de geri kalmamış, bu sahalarda da daima en zirveyi yakalamıştır. Husûsiyle İstanbul’un imarına ehemmiyet veren Fatih, saray, camiler, medreseler, imaretler, su kemerleri, çarşılar, vakıflar ile hamamlardan başka, şehrin çeşitli yerlerinde dörtbin dükkan yaptırarak vakfetmiştir. Büyük camilerin yanındaki medreseler haricinde 24 medrese, 12 han, 40 çeşme ve Halkalı su te’sisleri ile iki gemi tersanesi ve kışla, Fatih devri eserlerindendir. Fatih, bunlara ilaveten Bursa’da 37, Edirne’de 28, diğer şehirlerde de 60 cami inşa ettirmiştir.

    O’nun en son seferi, kendisinin her zaman söylediği:

    “–Nereye gittiğimi sakalımın bir kılı bile bilecek olsa, onu koparıp atardım!..” ifadesi üzere herkesten gizli idi.

    FATİH SULTAN MEHMET’İ KİM ZEHİRLEDİ?

    Üçyüzbin kişilik muhteşem bir ordu ile yola çıkmıştı. Ancak henüz yolun başındayken zehirlendi ve Gebze’de şehiden vefat eyledi. Daha evvel de ondört defa Venedikliler tarafından zehirlenmek istenmiş, fakat hepsi de bertaraf edilmişti. En sonuncu zehirlenme ise, takdir-i ilahi olarak farkedilemedi ve koca Sultan, Hazret-i Peygamber’in müjdesine ilaveten bir de şehadet rütbesine nail olarak şehiden 1481’de Rabbine kavuştu. (1. Fatihi zehirleyen Maesta Jakopo adlı Yahûdi bir doktordur. Bu doktor, Yakup Paşa ünvanıyla saray doktorları arasındaydı.)

    Cenaze namazı Şeyh Ebu’l-Vefa Hazretleri tarafından kıldırıldı. İnşa ettirdiği Fatih Camii’nin kıble tarafındaki türbesine defnolundu.”