DÜŞÜNMEZ MİSİNİZ? Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) tekrarladığı bir sualdir bu: “Düşünmez misiniz? Akıl erdirmez misiniz, aklınızı çalıştırmaz mısınız?” Bu sualleri idrak etmek için insan önce kendisine şunları sormalı: Niçin dünyaya geldin? Niçin yaşıyorsun? Kimin mülkündesin? Rızkını veren kim?.. Akıl, insana bahşedilmiş bir malzemedir ve bu malzemeyi güzel ve doğru kullanmak insanlığın gereğidir. Çünkü insan, aklıyla insan olur. Öyle ki aklı olmayan kimse, diğer varlıklar gibi hiçbir şekilde mükellef değildir. İşte akıl böylesine kıymetli bir nimet. Rivayete göre Cenab-ı Hak, Hazret-i adem’i yarattığında ona şu üç nimeti takdim eder: 1. Akıl, 2. Îman, 3. Haya. Sonra da bunlardan birini seçmesini ister. Hazret-i adem, Cebrail’in de yönlendirmesiyle aklı seçer. Çünkü aklı olmayanda ne îman olur, ne haya. Çünkü îman da haya da ancak akıl mevcut olursa var olur. Ancak akıl, kaygan bir sabun gibidir. Onu iradeli, dengeli ve doğru bir şekilde kullanmak, en zor meseledir. Fakat ne gariptir ki hissiyatına mağlûp olan herkes, kendi aklını başkalarından daha iyi kullanabildiğini zanneder. Oysa akıl ve idrak sahipleri, ancak peygamberlerin getirdiği vahiydeki hikmet ve sır ile yaşayabilenlerdir. Yani aklı gönül toprağında hizmetçi kılıp kalb-i selîme ererek güzel bir kul olabilenlerdir. Kısaca ifade edecek olursak Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in izinden gidenler, aklını en güzel şekilde kullanıyor demektir. Tefekkür sahibi saf bir kimse eğer hidayete ermişse, yeryüzünün en akıllı insanlarından demektir. Ancak hidayeti bulamamış olan deha derecesinde nice zeki kimseler ise, yeryüzünün en ahmaklarından demektir. Bunun içindir ki akıl sahiplerine Kur’an-ı Kerim’de sık sık şöyle seslenilir: DÜŞÜNMEZ MİSİNİZ? Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in de devamlı tekrarladığı bir sualdir bu. Cenab-ı Hak, Hazret-i Peygamber’in ve daha önceki peygamberlerin getirdiği tevhidi ve ilahî hakikatleri hatırlatarak insanoğluna soruyor: “Düşünmez misiniz?” (Hûd, 30; Mü’minun 85 vd.) “Akıl erdirmez misiniz, aklınızı çalıştırmaz mısınız?” (Hûd, 51; Mü’minun, 80 vd.) Bu sualleri idrak etmek için insan önce kendisine şunları sormalı: Niçin dünyaya geldin? Niçin yaşıyorsun? Kimin mülkündesin? Rızkını veren kim? Sana toprakta neden bu kadar çeşitli rızıklar hazırlanıyor? Hepsini saymaya takat yetmez. Mesela koyunları düşün! Onlar niye senin için dünyaya geliyorlar? Biliyorsun ki koyunun hemen her şeyi senin için. Neden? Sonra; Tavuğun yumurta yapması da senin için… Arının bal yapması da senin için… Acaba niye? Neden? Niçin? Bunları derin derin tefekkür edebilirsek, hidayet ve Hakk’a vuslat yolu olan cennet yolunda koşmaya başlarız. Cenab-ı Hakk’ın bize emrettiği Hazret-i Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-’in İslam yoluna sımsıkı sarılır ve nefeslerimizi zikrullah ile yıkarız. Çünkü ancak bu şekilde rûhumuz derinleşir, Allah’a olan îmanımız, heyecanımız artar ve bu sayede güzel bir kul olabiliriz. Bu kıvama gelmemiz için Cenab-ı Hak, bize tefekkür derinliği kazandıracak nice sırları aşikar etmektedir. Bildiğimiz-bilmediğimiz sayısız alemlerde sayısız tecellîler var. İçinde yaşadığımız şu alemde nereye baksak; İLAHİ SANAT HARİKALARI Kimya ilmi, suya H2O diyor; yani iki hidrojen, bir oksijen. Biri yanıcı, biri yakıcı. Eğer oksijen ve hidrojen serbest kalsa hayat mümkün müdür? Her şey birbirine girer. Ancak ne büyük sanat ve kudrettir ki Cenab-ı Hak, yanıcı ile yakıcıyı birleştiriyor ve onu, yani suyu, hayat kaynağı haline getiriyor. Sonra buna dikkat çekerek: “Düşün, akıl erdir, tefekkür et!” buyuruyor. Bilinenlerden çok bilinmeyeni olan bir alem içindeyiz. Atoma bakalım: Elektron, nötron, proton, çekirdek… Hepsi birbirinin etrafında süratle dönüyor. Çekirdeğin etrafında bir elektron saniyede 2000 kilometre hızla dönüyor. Farkında değiliz. Okuyup geçiyoruz. Her zerrede yaşanan bu macerayı bilmekten aciziz. Fizik ilmiyle ancak Cenab-ı Hakk’ın koyduğu kaideleri bir miktar öğreniyoruz. Bu demektir ki kalp de manevî ilimlerle, irfan ile Cenab-ı Hakk’a yaklaşıp ezelî ve ebedî hikmeti görmelidir. Bir atomu, sonsuz kere büyüttüğümüzde karşımıza sonsuz bir gökyüzü çıkar. Trilyonlarca yıldız… Hepsi döner halde, hiç biri diğerine çarpmıyor, semada bir trafik kazası olmuyor, hepsinin vazifesi ayrı. Aynı şekilde gökyüzü alemini küçült, bir atom meydana gelir. Cenab-ı Hak bu ilahî sanat harikasıyla; “Düşünmez misiniz, idrak etmez misiniz, ey akıl sahipleri!..” diye akıllarımıza, vicdanlarımıza hitap ediyor. Hikmetleriyle kalbimizi ve aklımızı irşad ediyor. Kainattaki zerreden küreye her şey bize hal lisanıyla konuşuyor. Yeter ki kalbimiz bu kainatın sessiz hikmet lisanından anlayabilsin! Bunun için gafletten sıyrılmak lazım. Zira insan gaflete düşünce nefsaniyetin zebunu oluyor ve sadece ten planında süflî bir hayat yaşıyor. VÜCUDUMUZA BİR BAKALIM! Hazret-i Mevlana bu gafleti manidar bir misalle şöyle anlatır: “Öküzün biri, ansızın Bağdat’a geldi ve şehri bir baştan öbür başına kadar dolaştı. Fakat gözü, yalnız kavun ve karpuz kabuklarını gördü! (Bir medeniyet merkezi olan Bağdat’ın muhteşemliğini ve Dicle’nin ihtişamını görmedi. Zaten öküzlerin ve merkeplerin bu dünyada gördükleri, yemek ve şehvetten başka nedir ki!) Öküzler ve merkepler; ya yola dökülüp saçılan samanlara, ya ayak altındaki çayır ve çimenlere ya da bir kenara atılmış karpuz ve kavun kabuklarına düşkündür! (Baştan aşağı göz kesilseler de kainattaki ilahî sanatın ihtişamını göremezler…)” Demek ki bakıp da görebilmek, büyük marifet. Allah bunun için bize göz vermiş… Gözümüz… Rabbimiz gözlerimize her saniye fotoğraf çektiriyor. Gözümüz her gün bin bir fotoğraf çekiyor ve onları hafızada saklıyor. Dün gördüğümüz bir şeyi bugün lazım olunca hafızamızın raflarından alıyor, hatırlıyoruz. «Dün ben Topkapı Sarayı’na gittim, dün Süleymaniye’de bir namaz kıldım.» diyoruz. Beynimiz gözün her gördüğünü arşive atıyor. Bir vesileyle hatırladığımızda hemen o arşivden çıkarıp göz önüne getiriyor. Hasılı yaşadığımız müddetçe, göz trilyonlarca fotoğraf çekiyor. Damla kadar bir göz, nice engin ufukları içine sığdırıyor. Yumruk kadar beyin, trilyonlarca kareyi depoluyor. Ya dil nedir? Bir et parçası… Haydi, sıradan bir et parçasını ele alalım da dile gelsin! Ne mümkün! Fakat bir et parçası olan dil, Allah dileyince istediğimiz şeyi ifade ediyor. Vücudumuza bakalım. Hücrelerimiz… Hepsi bir alem, yan yana gelse, bir nokta bile değil. Nasıl teşekkül etti onlar? Böbreğimiz de küçük bir et parçası. Fakat zehirli ile zehirsizi birbirinden ayırt ediyor. Zehirli ise dışarıya gönderiyor. Zehirsiz ise tekrar vücuda iade ediyor. Böbrekte akıl mı var? Bilgisayarlar mı var? Tahlil laboratuvarları mı var? Karaciğerimize bakalım; o da apayrı bir alem. Yıllardır yediğimiz gıdalar vücudumuzu zehirler idi. Ama karaciğer ilahî kudretle bundan muhafaza ediyor. Kalbimize bir bakalım: Elimizi yüz defa sıkıp bıraksak yoruluruz, elimizi bir süre dinlendirmemiz gerekir. Fakat Cenab-ı Hak, kalbe öyle bir doku veriyor ki, o, ne kadar uzun yaşansa da bir ömür boyu hiç durmadan çalışıyor, yorulmuyor. İşte bütün bunlar etrafında Cenab-ı Hak; “Düşünmez misiniz, akıl erdirmez misiniz? Tefekkür etmez misiniz?” buyuruyor.