Don Kişot Kimdir Kısaca Bilgi İlk rastladığı hanı da kendi hayal dünyası dahilinde bir kule olarak gören Kişot, buradakilerin de oyuna katılması ile gerçek bir şövalyedir artık.. Oradan çıktıktan sonra önüne çıkan ilk insanlara kendini kanıtlama çabasından yenilgiyle çıkmış ama onu bulan Sanco ile de böylece bir araya gelmiştir. Sanco, onun gerçekte kim olduğunu bilse de, kazanacağı ilk ganimetten kendi yönetimine geçirilecek bir yarımada vaadi onun bu oyuna katılması için geçer sebepti. Ve ikili birleşince akıllara güzel bir karikatür çizildi. Sanco Alonso’yu önce evine götürür ve iyileşmesini bekler sonra Don Kişot ile geceyarısı kaçarak yeni maceralarına ortak olur.. İlk hedefleri akıldan çıkmayan bir sahnenin başrolündeki yel değirmenleridir. Sanco, efendisini uyandırmak istese de Don Kişot çoktan onlara saldırmıştır fakat diğer yenilgilerinde olduğu gibi bunda da kendine geldiğinde karşılaştığı ‘gerçek’ görüntünün aslında kötü bir büyücünün elinden çıkan sunumlar olduğunu iddia eder. Bu gün de pek çok haksızlık karşımıza tebdil-i kıyafet çıkıyor, çirkin canavarlar mutasyona uğramış fikri çirkin insanlar, onlara savaşmak için yollara düşen gezgin şövalyeler ise idealist anti-kahramanlar. Delilikle şekillenen bu karakter, orta çağ’da alaya alınsa da dokunulmazlık sahibi bir topluluktan geliyordu. Aynı zaman diliminde kilisenin diğer insanlar üzerindeki baskısının altında da ezilmeyen deliler, düşünce özgürlüğünden büyük lokmalar, hazmetsinler ya da etmesinler, alıyorlardı. Don Kişot kendisinden sonra yetişen edebiyatın üzerine de ağır bir sonbahar yaprağı gibi düşmeyi bimiştir. Çocukluğunda gökbilimci olmak istediğini beyan eden ünlü şair Mayakovski, hakkında; ‘İşte kitap diye buna denir’ ifadesini kullandığı Don Kişot’un hayatında en beğendiği roman olduğunu itiraf etmektedir. Usta şairimiz Nazım da bir şiirinde ünlü roman kahramanına atıfta bulunur: “bilirim, hele bir düşmeye gör hasretin halisine, hele bir de tam okka dört yüz dirhemse yürek, yolu yok, don kişot’um benim, yolu yok, yel değirmenleriyle dövüşülecek. haklısın, elbette senin dulsinya ‘ndır dünyanın en güzel kadını, elbette sen haykıracaksın bunu bezirganların suratına, ve alaşağı edecekler seni bir temiz pataklayacaklar seni. fakat sen, yenilmez sövalyesi susuzluğumuzun, sen, bir alev gibi yanmakta devam edeceksin ağır, demir kabuğunun içinde ve dulsinya bir kat daha güzelleşecek.” ingilizlerin ispanyollarla don kişot savaşları İngilizlerin Don Kişot’u manevi evlatlık olarak alma teşebbüslerine ne demeli? Tam baskısını ilk defa gerçekleştiren adalı edebiyat esnafının yüzyıllarca romanı ‘İspanyol karşıtı’ şeklinde pompalamaları? Hatta ileri gidip Don Kişot’u Cervantes’in yazdığına dair bir belgenin bulunmadığını, aksine eserin Francis Bacon’a ait olduğunu iddia edenler oldu. İngilizlerin Don Kişot’a ilgisinin tarihi Shakespeare’le başlamıştır. Usta edebiyatçının hayatı boyunca Cervantes’in bu romanını başucu kitabı yaptığı biliniyor. İki dehanın aynı zamana denk gelmesi tarihte sık rastlanır bir hadise değildir. Acar heykeltraş Michelangelo’nun kısa süreli yakaladığı bu fırsatı yıllar sonra Wolfgang Amadeus Mozart, Avusturya’da bulmuş fakat Cervantes-Shakespeare paralelliği kadar uzun ömürlü olmamıştır. Edebiyat tarihçileri iki dehanın hiç biraraya gelemediklerini söylüyor, büyük bahtsızlık. Aralarındaki bir ICQ atışmasını izleyebilmek oldukça keyifli olurdu. İkiliyle ilgili “Meeting in Valladolid” (Valladolid’de buluşma) gibi ileri akademik sallamalar da zamanla çürütülmüştür. Bazı İngiliz tarihçiler ise sapıtarak Shakespeare ile Cervantes’in aynı şahıs olduğunu ileri sürmüştür. Edebiyata da holiganizmi bu ve benzer ‘ebenina.. AliSami’ yaklaşımlarıyla İngilizler getirmiştir. İspanyollar ise uzun bir dönem Don Kişot’a üvey evlat muamelesi yapmış, hatta Cervantes’in ilk biyografisi Gregorio Mayans tarafından 1738’te yazılmıştır. Cervantes, İspanya’nın bir kasabasında doğmuş, daha sonra ailesi ile birlikte Madrid’e taşınmıştır. Okulunu tamamlayamamış, kendi kendini eğitmiştir. Daha sonra Osmanlılar’a karşı düzenlenen Haçlı Seferleri’ne katılmak için donanmaya katılmış, Cezayir’de Türk korsanları tarafından rehin alınmıştır. Kaçmayı denemiş ancak başaramamış, sonunda korsanların istediği fidyenin temin edilmesi ile 1580 yılında İspanya’ya dönebilmiştir. Yazarlığa ilk adımı atmış, bir kaç tiyatro oyunu yazmıştır bir süre ama daha sonra evlenmesi ile birlikte sorumluluğu artmış ve para kazanmak için memurluğa dönmüştür. Donanmada yaptığı memurluk sırasında karıştırdığı hesaplar yüzünden hapishaneye düşmüş ve Don Kişot fikri de burda şekillenmiştir. Savaş sırasında bir kolunu kaybeden ve fedakarlıklarının karşılığını bulamayan, üstelik mahkum edilen Cervantes’in yaşadığı boşa kürek sallama duygusunun yansımasıdır bu karakter, kendi acılarının ve hayal kırıklıklarının kelimelere yansıması.. Geçtiğimiz yüzyılın başlarında ise akademik çalışmalarla Cervantes tekrar İspanya’ya kazandırılmıştır. Don Kişot için aynı zamanda İngiliz-İspanyol barışının tesisinde ileri bir rol oynadığı ifade edilmektedir. Don Kişot hususunda tarihi bir pot kırmış olan İspanyollar geç tanıştıkları yıldızları Cervantes’in ismini dünyanın dört bir yanında açtıkları sergi salonlarına, kültür merkezlerine vermeye başlamıştır. Bugün hala Taksim’de bulunan alımlı Cervantes Enstitüsü, dil ve kültür öğrenmek için olduğu kadar, ortamın keneliğini de yapmak üzere geyik muhabbeti arayan kursiyerlerle doludur. Uzunca bir sure için Fransız Kültür Merkezi’ni paspas eden genç kitle, bir süre Galatasaray’daki Goethe Enstitüsü’nün kapılarını aşındırmış, yabancı kültüre bir türlü aşina eyleyemediği bünyesini ‘Belki bir iş çıkar’ mantığıyla itelemeye çalışmıştır. Bugün Cervantes Enstitüsü’nde bekçi saati kuran kursiyerlerin Don Kişot’u anlama yolunda bir teşebbüsünün olmaması da, tüm zamanların en popüler roman kahramanına yapılmış olan haksızlık. Oysa Don Kişot özgürlükçülerin sık başvurduğu kadar muhafazakarların da yastık altında sakladıkları iyi bir örnek.. Merkezi idareler ne zaman sıkışsa, isyancıları, muhalifleri Don Kişot’lukla suçlayıp (!) karikatürize etmeye çalışır. Bu niteleme sağ partilerin belde belediye başkanlarından, kerli ferli devlet başkanlarına kadar şaşmaz; Don Kişot’musun? Sen Don Kişot nedir bilir misin kardeşim? Sorsan, ‘İhheehee yeldeğirmenlerine savaştıydı ya.’ derler. He, savaştıydı… Fakat senin için değil tabi. Don Kişot bu asid kafasını andıran çıkışıyla kendisinden sonra gelenlere içtihat kararı olarak yazdırdı hikayesini. Dünyanın herhangi bir yerinde, herhangi bir insana, herhangi bir gelişmeye karşı çıkma hakkını, çoğunluğa sahip olma şartına bağlı olmaksızın kullanma önceliği kazandı. Belki bu sebeple, tüm zamanların en iyi kurgu eseri seçildi, ‘İncil’den sonra en fazla satan kitap’ klişesinin ilk tatbik edildiği eser olması da cabası.. Bale gösterisi olarak sahneye kondu, içinde gezinen kahramanlarının heykelleri dikildi.. Don Kişot, kafasında yarattığı fantazyalar için savaştı, dünyasını çıplak gözle değil, inançları ile gördü. Don Kişot’un halüsinatif bir edayla savaş yürüttüğü rakip her zaman var. Ve bunlar yeldeğirmenleri kadar masum değil. Aksine yel değirmenlerindeki un çuvallarını yağmalayan haramiler. Yaptıkları sakal paylaşım ayinlerine de zirve diyorlar. Teknoloji trafiğinin içine tam olarak giremeyen insanların allaha emanet bir rahatlıkları olur. Yani bakıp çizilen cd’lerine, pek değerli plaklarına bakıp ‘eeah aman be, milyonlarca mp3 var yeryüzünde bir o kadar da bu işi kovalayan.. Mutlaka bir yerlerde yedeği vardır’ diye düşünürler. Yaklaşan NATO zirvesi böyle bir rahatlığı mahkum edebilecek tarihi önemde. Dünyadaki öğrenci hareketlerinin belgesellerini izlerken dönüp ‘Sen ne işler karıştırıyordun baba’ diyen muzip bakışların ileri bir tarihte vicdanımıza ayak bağı olmasını istemiyorsak sesimizi yükseltelim. Don Kişot’un giysilerini biz kuşanmazsak, başkaları onu da biçimsiz bedenine uydurmaya çalışacaktır. Oysa o zırh, mızrak ve kendinden geçmiş at bize yakışır, öykünün içini en güzel biz doldururuz ve noktalı yerleri ancak biz birleştiririz..