Bir Umre Ziyareti Gönül yolculuğu Hac yolculuğu maddi imkanlar kadar kuraya da bağlıyken, umre ibadeti daha kolaydır. Umre, maddi yükü az olması, hac günleri hariç yılın her vakti yapılabilmesi ve kura gibi bir engelin olmaması sebebiyle büyük kolaylıktır. Ayrıca umre bir ibadet olduğu kadar insanın kendi içine doğru, kendini ve dinini anlamaya yönelik bir yolculuktur. Her müslümanın gönlünde İslâm’ın doğup geliştiği topraklara yüz sürme, Efendimiz s.a.v.’in Ravza’sını ziyaret etme, Beytullah’ı görme iştiyakı vardır. Önceleri binek hayvanlarla ya da yaya olarak yapılan, ayları seneleri bulan ziyaretler günümüzde çok kısa sürede yapılabilir hale gelmiştir. Gelin, bir umre ziyaretinin hatıralarıyla bu kutlu yolculuğu hissetmeye çalışalım: İlk heyecan Gitmeye karar verdikten sonra yavaş yavaş artar heyecan. Başvurular, gerekli işlemler derken bir de bakarsınız ki Kutlu Belde’ye hareket için havaalanında toplanılmıştır. Evlatlar, komşu ve akrabalar sizi uğurlamaya gelir. Hepsinin dilinden “Bize de dua edin” temennisi dökülür. İlk defa gidiyorsanız sizi nasıl bir ortamın beklediğini bilmiyor olmanın endişesi vardır. Daha önce gitmiş olanlardansanız sabırsızlanırsınız. İhramınız, entariniz çantanızda hazırdır. Tekrarını nasip edeceği için Allah’a hamd edersiniz. Derken pasaportlar dağıtılır ve uçağa geçersiniz. Uğurlamaya gelemeyenler arayıp dua isterler, “Kâbe’de, Ravza’da bizi unutma.” derler. Kimisi yanındaki ile tanışır. Bazısı çocuklarının ve torunlarının isteklerini listeler. Sonra uçak havalanır. Kemerler çıkarıldıktan sonra görevli hoca mikrofondan şu konuşmayı yapar: “Şair Nabi, Sultan dördüncü Mehmet döneminde hacca gitmek üzere bir kısım devlet erkânı ile birlikte yola çıkar. Kafile Medine-i Münevvere’ye yaklaşmıştır. Vakit gecedir, Rasulullah s.a.v.’e bir an önce ulaşmak özlemi ile Nabi’nin gözüne uyku girmemiştir. Fakat kafiledeki bir paşa hem de ayaklarını kıbleye doğru uzatmış, uyumaktadır. Hz. Peygamber s.a.v.’in beldesinde edebe aykırı böyle bir gaflet halini hazmedemeyen ve çok üzülen Nabi, irticalen şu beyitle başlayan bir gazel söyler: Sakın terk-i edebden, kûy-i mahbûb-i Hüdâ’dır bu Nazargâh-ı İlahî’dir, makâm-ı Mustafâ’dır bu. (Burada edebe aykırı işlerden sakın, çünkü burası Allah’ın sevgilisinin beldesidir. Allah’ın nazar ettiği yerdir, Muhammed Mustafa s.a.v.’in makamıdır.) Kafile şafak vakti Medine-i Münevvere’ye girer. Ravza-i Mutahhara’nın minarelerinden sabah ezanı okunmaktadır. Müezzin, ezanın ardından Türkçe bir kaside okumaya başlar. Nabi dikkat eder, okunan kendi kasidesidir. Hemen minarenin kapısına koşar. Müezzine, ‘Allah aşkına, okuduğun bu kasideyi nereden öğrendin?’ diye sorar. Müezzin önce söylemek istemez fakat Nabi’nin ısrarına dayanamayarak şöyle cevap verir: ‘Bu gece rüyamda Efendimiz s.a.v.’i gördüm. Bana dedi ki ‘Ey müezzin kalk, yatma! Benim ümmetimden bana aşık bir zat kabrimi ziyarete geliyor. Muhabbetinden benim için şu kasideyi söyledi. İşte bu cümlelerle minareden onu karşıla!’ Ben de hemen kalktım, abdest aldım. Efendimiz s.a.v.’ in iltifatına mazhar olan aşık acaba kimdir diye düşünerek minareye koştum. Öğretildiği gibi okudum.’ Bu esnada Nabi ise özellikle bir kelimeye meftun olmuştur. Gözleri ışıldayarak ve mahcup bir eda ile ‘Rasulullah benim için, ümmetimden mi dedi?’ derken sevincinden oracığa bayılıp düşer.” Hocanın anlattığı bu güzel menkıbe tüm yolcuları derinden etkiler. İşin ciddiyeti daha bir anlaşılır. Artık kalpler bir nebze daha dünya işlerinden uzaklaşır. Mâlâyani dilinizden kalkar ve salâvatlar okunur. Makam-ı Mustafa’da Medine’de küçük bir havaalanına inersiniz. Bayram sabahlarındaki çocuklar gibi olursunuz. İçiniz içinize sığmaz. Sarı kum ve taş tonlarının ağır bastığı bu mütevazi şehir insana derunî bir huzur verir. Gözleriniz burada aydın olur. Edep ve tevazuya bürünerek otele geçersiniz. Efendimiz s.a.v.’i selamlamak için lobide toplanırsınız. Oradan kafileyle hareket edersiniz. Mescid-i Nebevî’ye girmeden müsait bir yerde durursunuz. Şu hatırlatmalar yapılır: “Burası, Efendimiz s.a.v.’in, yapılan bir amelin bin amel olarak mükâfatlandırılacağını bildirdiği nuranî bir yerdir. Fahr-i Kainat s.a.v.’in hücre-i saadetleri buradadır. Efendimiz, ‘Beni vefatımdan sonra ziyaret eden vefatımdan önce ziyaret etmiş gibidir.’ buyuruyor. Üstelik Bakara suresi 154. ayette ‘Allah yolunda öldürülenlere ölüler demeyin. Hayır, onlar diridirler! Ancak siz bunu bilemezsiniz.’ fermanı varken nasıl kâinatın övüncü olan Allah Rasulü s.a.v. ziyaretimizi bilmez, selam ve hediyelerimizi almaz?” Bu hatırlatmalarla nasıl bir huzurda olduğunuzu iyiden iyiye anlarsınız. Bu esnada kafile içinden inlemeler ve feryatlar duyulur. Mescid-i Nebevî’ye ilk adımı atarsınız. Efendimiz s.a.v.’in mescidinin harikulâdeliği başınızı döndürür. Burası O’nun ilk taşını koyduğu, ashabıyla namaz kıldığı, sohbet ettiği, Cibril-i Emin’in indiği yerdir. Hatırınızdan şu düşünceler geçer: “Nice müminler Efendimiz’in aşkıyla yandılar, Ravza hayaliyle yaşadılar, geceleri gözyaşı döktüler, fakat buraları göremeden ömür sermayeleri tükendi. Oysa layık olmadığım halde Rabbim bana ziyaret lütfetti, Efendimiz s.a.v. beni kabul etti.” Yeşil kubbeyi gören bir yerde durursunuz ve selamlama yapılır. ”Essalâtü vesselamu aleyke ya Rasullallah. Esselâtü veselamu aleyke ya Habiballah…” Orada dertli bir aşık kasideye başlar. “Yeşil kubbe görününce gözüme / Boynum büküp elim koydum dizime / Uyandım ki su serperler yüzüme / Ölüm ver Allahım, verme ayrılık.” ‘Cennet bahçelerinden bir bahçe’ Daha tam kavuşmadan ayrılacak olmanın hüznü kaplar sizi. Gözyaşlarınız tane tane süzülüp Mescid-i Nebevî’ye düşer. Selamlama ve bir müddet duadan sonra nemli gözlerle Babü’s-Selam’a yönelirsiniz. Selamlama kapısı anlamına gelen “Babü-s Selam” müminlerin ziyaret için mescide giriş yaptığı, Efendimiz s.a.v.’in “Evim ile mihrabım arası cennet bahçelerinden bir bahçedir.” diye övdüğü Ravza-i Mutahhara’nın önünden geçerek Efendimiz s.a.v.’in hücre-i saadetlerine ulaştığı kapıdır. Burası her zaman kalabalıktır. Bundan dolayı ziyaret için sıraya girersiniz. Sıra ağır ağır ilerlerken Rasulullah s.a.v.’in huzuruna geldiğinizde neler söyleyeceğinizi düşünürsünüz. Hücre-i Saadet’e ulaştığınızda ise aklınız yerinden gider, diliniz lâl olur. O’na layık olamamak akla ilk gelendir ve sadece “Şefaat ya Rasulallah, ümmetinden bir günahkârım” der, hıçkırıklarınızı tutamazsınız. Sırayla Hz. Ebubekir’e ve Hz. Ömer’e (Allah ikisinden de razı olsun) selam vererek Baki kapısından çıkarsınız. Medine’de nasırlaşmış kalplerin yumuşadığına, ağlamayı bilmez mağrur gözlerin yaşardığına şahit olursunuz. Ziyaretten sonra Baki kapısının solundaki ilk kapıdan vakit namaz için girersiniz. Burası Cennet Bahçesi’nin ve Hz. Fatıma r.anha annemizin evinin arkasına çıkar. Çokça salât ü selam ve tesbihle meşgul olur, namazı beklersiniz. Özellikle mescidin bu kısımlarında her rüzgâr ayrı bir misk getirir. Mest olur, hayran olursunuz. Namazdan sonra Baki Kapısı’nın karşısındaki Cennetü’l-Baki kabristanına yönelirsiniz. Kapıya yaklaşınca şu bilgiler verilir: “Efendimiz s.a.v. sık sık burayı ziyaret eder, ‘Ey kabir topluluğu! Allah’ın selamı üzerinize olsun. Allah sizi ve bizi bağışlasın. Siz bizim öncülerimizsiniz. Biz de inşallah size katılacağız.’ (Tirmizî) diye dua ederdi. Burada Efendimiz s.a.v.’in ailesi ve Hz. Osman Zinnureyn r.a. başta olmak üzere on bin sahabe yatar. Peygamber s.a.v. bazı geceler gelir, secdeye kapanır, ağlayarak ümmetinin affını dilerdi.” Cennetü’l-Baki Edep ve hürmetle kabristana girersiniz. Gördüğünüz tablo karşısında tüyleriniz ürperir. Peygamber ailesi ve arkadaşlarının hiçbirinin yeri belli bile değildir. Garip geldiler, garip gittiler, öldükten sonra da garipler diye mahzun olursunuz. Çünkü on bin yıldızın sarı kumdan bir tarlada yatmasına gücenirsiniz. Bu durum bile orayı Cennetü’l-Baki yapmaktan alıkoyamaz. Kabirleri ziyaret eder, Fatihalar ve Yasinler hediye edersiniz. Özellikle Peygamber torunları ve Hz. Osman r.a. huzurunda, çektikleri eziyetleri ve şehit edilişlerini dinlersiniz. Gözleriniz dolar. Bu esnada yanık bir ses; “Cennetü’l-Baki’de gözlerim doldu / Gönlümde açılan güllerim soldu / Bütün gördüklerim bir hayal oldu / Gittim Medine’yi seyran eyledim.” nağmelerini söyler, yüreğinizi dağlar. Hüzün ile dönersiniz. Medine’deki ziyaret yerlerinden birisi de Uhud şehitliğidir. Akşamları geldiğinizde ise şehitliğin buram buram misk kokusunu duyarsınız. Bir de Rasulullah s.a.v.’in savaşta sığındığı mağara vardır. Taşlık, kayalık bir yerdir. Fırsat bulur çıkarsanız, O’nun gül kokusundan başınız döner. Ümmet olma şuuru Medine’de ümmet olma şuuru elde edilir. Orada İslâm kardeşliği en içten duygularla yaşanır. Her siyahî müslüman size Bilal-i Habeşî r.a.’ı hatırlatır. Acaba onların da sesi güzel mi diye merak edersiniz. Hendek Savaşı anlatılırken hendek kazma fikrini veren Selman-ı Farisî r.a.’ı anarsınız. “Ne iyi etmişsin!” dersiniz. Karşınıza çıkan İranlılara, Selman-ı Farisî’den bahsetmek istersiniz. Yetmiş iki milleti de garipsemez, acaba sahabe torunu mudur diye muhabbet beslersiniz. Medinelileri Ensar gibi yumuşak ve yardımcı bulursunuz. Allah için herkesi sever, herkesle kardeş olursunuz. Ümmet olursunuz. Medine’den ayrılık zamanı gelir. İhram için gusül alır, ihramlarınızı giyersiniz. On dakikalık yoldan sonra “Zü’l-Huleyfe”de iki rekât ihram namazı kılar, niyet edersiniz. İlk telbiyelerinizi burada getirirsiniz. Efendimiz s.a.v.’den ayrılığın verdiği anlatılmaz bir hüzünle uzun Mekke yoluna çıkarsınız. Sonraki yazıda da oradan söz edelim inşallah. Rabbimiz gidenlere tekrar, gitmeyenlere de en yakın zamanda ziyaretler ihsan etsin, diyerek şimdilik nokta koyalım.