“Gerçeğin ötesinde sapıklıktan başka ne var ki?” (Yunus suresi (10), 32) Bu ayet-i kerime, hak ile dalalet arasında bir bağ olmadığını ortaya koymaktadır. Haktan ayrılan mutlaka dalalete düşer, sapıklık batağına saplanır. Allah Azze ve celle'den başka rab arayan, batıl yollara dalar, uydurma ilahlara inanır, tevhid akidesinden ayrılarak şirke sapar. Gerçeği gören, bilen ve tanıyan kişi, nasıl olur da sapıklığa değer verip onu tercih eder? İnsana yakışan hakkın yanında ve hakta olmaktır. Her çeşit bid’at ve temeli dine dayanmayan, sonradan uydurulmuş her şey sapıklıktır. Sapıklığın her türü reddedilmiştir, makbul değildir. “Biz kitabda hiçbir şeyi eksik bırakmadık.” (En’am suresi (6), 38) alimler ve müfessirler, burada geçen “kitab” dan maksadın ne olduğunu farklı şekilde anlayıp yorumlamışlardır. Bir kısmı, her şeyin yazılı olduğu “kitab”dan maksadın levh-i mahfuz olduğunu, çünkü bütün mahlukatın ahvalinin yalnızca orada yazılı bulunduğunu söylemişlerdir. Her şeyi bilen Allah Teala’nın yarattıklarından bir tanesinin bile rızkını ve yönetimini unutması söz konusu değildir. alemde cereyan edecek olan herşeyin hali, durumu ve bilgisi tamamen ve bütün ayrıntılarıyla levh-i mahfuz’da yazılı olup Allah katında bilinmektedir. Bir kısım alimler de “kitab”dan maksadın Kur’an-ı Kerim olduğunu söylemiştir. Çünkü Kur’an’da insanlığın ihtiyacı olan delil ve tekliflerden hiçbiri ihmal edilmemiştir; hepsi ya kısaca veya tafsilatlı olarak bildirilmiştir. Tabii ki şu anda cerayan eden veya ilerde meydana gelecek her hadiseyi, tek başına düşünmek ve bizzat kendileri fiilen yaşamak isteyenler, hiçbir ayeti okuyamaz, anlayamazlar. Ancak bu yönde başkalarına ibret olurlar. Mesela bir kimsenin başına taş yağmasını, bir insanı yıldırım çarpmasını tek başına bir olay olarak görmekte hiçbir fayda söz konusu olamaz. Kur’an-ı Kerim’deki bütün ferdi vak’aları buna kıyas edebiliriz. Bunun bir ayet olması veya bir kıymet ifade etmesi, benzer olayların kendi başına da gelebileceğini düşünerek, ondan sakınma ve korunma yolları aramasına bağlıdır. İşte bu anlamda olmak üzere, Kur’an bize her şeyi saymış, herhangi bir şeyi eksik bırakmamıştır. Her şeyin bilgisi, delaleti veya işareti Kur’an’da mevcuttur. Kainatı bir kitap kabul edip, bütün varlıkları o kitabın kelime ve delaletleri, nakış ve hatları olarak görenler de vardır. Buna da “kainat kitabı” denilmiştir. O halde kainattaki her şeyden alınacak bir ders, bir ibret vardır. Neticede biz bunların her birini yine Kur’an’dan öğreniyoruz. “Bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, çözüm için, Allah’a ve Resulüne başvurun.” (Nisa suresi (4), 59) Allah ve Resulü’nün ölçülerine, Kur’an ve Sünnet’in hakikatlerine uymayan çözümler, insanı ve toplumu çözümsüzlüğe götürür. Kişiler ve hatta toplumlar bazı kere en mükemmel çözümün kendi buldukları ve uyguladıkları yollar, yöntemler ve sistemler olduğuna inanırlar. Hatta başkalarını da buna inandırabilirler. Fakat, fikir ve düşünceleri, sistemleri iflas edince, herkes, ne büyük yanlışlıklar yapıldığını, ne korkunç insanlık suçları işlendiğini görür. Heyhat! İş işten geçmiş, binlerce, milyonlarca insan heder olmuş, milletler dinsizleşmiş, insanlık hasletlerinden uzaklaşmış, ülkeler tar ü mar olmuş, yeryüzünün dengesi bozulmuştur. Onu yeniden rayına oturtmak hakkı hakim kılmakla olur. Yukarıda sayılan olumsuzlukların yaşanmaması için, yeryüzünde Allah ve Resulü’nün hükmü yürürlükte olmalı, karşısındaki bütün batıllar, bid’atlar, sapıklıklar ve yanlışlar ortadan kaldırılmalı, iyilikler ve güzellikler hakim kılınmalıdır. Bu ayetin tamamının açıklaması “Sünneti Koruma” bahsinde geçmişti. “İşte bu benim dosdoğru yolumdur, ona uyun. Sizi Allah yolundan ayırıp, parçalayacak yollara uymayın.” (En’am suresi (6), 153) Bu ayet-i kerimeden önce geçen ayetlerde, iman ve tevhid, emirler ve nehiyler, bazı önemli hükümler zikredilmiştir. Dosdoğru yol diye tavsiye edilen hususlar bunlardır. Sayılan bu esaslar semavi kitapların hiçbirinde nesh edilip kaldırılmamış, tam aksine bütün dinlerde temel esaslar olarak korunmuştur. Bunlar şirkten sakınma, ana babaya iyilik, yoksulluk yüzünden evladı öldürmemek, açık ve gizli her türlü fuhşiyattan uzak durmak, haksız yere insan öldürmemek, yetim malı yememek, ölçü ve tartıyı tam tutmak, adaletten ayrılmamaktır. İşte bunlar dosdoğru yol olup, dinin esasıdır. Bunun dışındaki birçok yollar, muhtelif dinler, mezhepler, bid’atler ve sapıklıklar, inananları fırka fırka, grup grup yapıp Allah yolundan ayırır ve parçalar. Allah’a gittiği sanılan birçok yollar vardır. Nitekim, “Allah’a giden yol, yaratılmışların sayısıncadır” denilmiştir. Fakat bütün bunların içinde gerçekten Allah’a ulaştıran ve Allah ile resulleri tarafından davet olunan hak yol bir tanedir. Bu yol, kendisine girenleri toplayan, birleştiren, dağıtmayan, aldatmayan tevhid yoludur. Hak birdir, batıl ise çoktur. Tebliğ ve davet metodlarının değişik olması, hakkın da farklı ve değişik olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Tebliğ yollarının her birinde hakkın hükmü bir olup, çeşit çeşit değildir. Bu ise Peygamber’in tuttuğu yoldur. Allah’ın yolunu bulmak isteyenlerin Peygamber’e uyması zorunludur. Peygamber’in yolu dışındaki yollar, bid’attır, dalalettir, sapıklıktır. Bu sebeple Peygamber’i rehber, önder ve örnek edinmek hak yolun temelidir. “De ki: Eğer Allah’ı seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin ve suçlarınızı bağışlasın.” al-i İmran suresi (3), 31 Allah sevgisi, bir mü’min için en üstün duyguların başında gelir. İnsanoğlu, sevmekten daha çok sevilmeyi arzu eder. Bu sebeple Allah’ın sevgisini kazanmak, ulaşılabilecek en üstün seviyedir. Çünkü bu seviyeye ulaşandan Allah hoşnut ve razı olmuş demektir. Allah’ın kendisinden razı olduğu kimse ise, dünya ve ahirette saadete nail olur, en kıymetli nimetlere kavuşur. Cenneti ve cemalullahı müşahedeyi hak eder. Bunlar hayatın gayesidir ve ahiretin en büyük saadetleridir. Bütün bu nimetlere nail olmak için Allah’ın Resulü’ne uymamız gerektiğine bu ayet delalet ediyor. Allah’ın kulunu sevmesi, kulun peygambere tabi olma, uyma, onun yolunu ve izini takip etme şartına bağlanmış bulunmaktadır. Çünkü sevgi sadece sözle değil seven kimsenin sevdiğinin emrine, arzu ve isteklerine uymasıyla olur. Bid’atlardan ve dinde aslı olmayan birtakım batıl ve yanlış yollara sapmaktan kurtulmanın çaresi, örnek ve önderimiz bulunan Resul-i Ekrem Efendimiz’in hak ve doğru olan aydınlık yoluna uymaktan ibarettir. ayetin açıklaması “Sünnetin Ortaya Koyduğu Edebleri Koruma” bahsinde de geçmişti. aişe radıyallahu anha’dan rivayet edildiğine göre, Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu: “Kim bizim bu dinimizde ondan olmayan bir şey ortaya çıkarırsa, o şey kabul edilmez.” Müslim’in bir rivayeti şöyledir: “Kim bizim dinimizde olmayan bir şey yaparsa o merduttur, makbul değildir.” Buhari, Sulh 5; Müslim, Akdiye 17,18. Ayrıca bk. İbni Mace, Mukaddime 2 KUR’AN VE SÜNNETE UYMAYAN HERŞEY MERDUTTUR Bu hadis, İslam’ın en önemli temellerinden birini teşkil eder. Kitab ve Sünnet esasına dayanmayan her şey merdut, yani kabul edilemez niteliktedir. Böyle bir şey dinden sayılmaz ve batıl olarak adlandırılır. Riyazü’s-salihin’ in başlangıcında geçen “Ameller niyetlere göredir” hadisi, yaptığımız ibadetlerin ve işlerin sevap veya cezasında, kalbi bir amel olan niyetin önemini bize öğretmişti. Bu hadiste ise, ibadet ve taatler de dahil, yaptığımız her işin görünüşte bile dine, Kur’an ve Sünnet esaslarına uyması gerektiği bize öğretilmiştir. Allah ve Resulü’nün izin vermediği hiçbir şeyin dinden sayılmayacağını bu hadisin özlü ifadesinden gayet açık bir şekilde anlamış oluyoruz.
DİNİMİZDE BİD’AT NEDİR? Dinde aslı olmayan bir şeyin sonradan ortaya konulması, dinimizde “bid’at” diye adlandırılır. Esasen bir çok ayet-i kerime ve sahih hadis, bu veciz kelamda ifadesini bulmuştur. Biraz önce kısa açıklamalarını vermeye çalıştığımız ayetler, bunlardan sadece bir kaçıdır. Hz. Peygamber, bu hadisleriyle, dinde haddi aşıp ileri gidenlerin aşırılıklarını, batıl yollara sapıp dini tahrif edenlerin tahrifatını din olarak kabul etmemek gerektiğine dikkatimizi çekmektedir. Bunların her biri bid’at olarak nitelenmiştir. Daha dindar olabilmek veya öyle görünmek için Kur’an’da ve Resul-i Ekrem’in sünnetinde bulunmayan birtakım ibadetler veya Allah’a yakın olmaya vesile sayılabilecek bazı ameller ortaya çıkartan kimse daha dindar değil, dine ilavelerde bulunan bir bid’atçidir. Kendisi ve yaptığı işi asla kabul edilemez. Bunun aksine, dinde bulunup da Kur’an ve Sünnet’e uygun olan ibadet ve amelleri yok sayan, noksanlaştıran veya değiştiren, böylece dini tahrif eden batıl ehli de bid’atçıdır. Onlar ve amelleri merdut olup, asla kabul edilemez. Bu husus, Peygamberimiz’in bir sonraki hadislerinden daha net bir biçimde anlaşılmaktadır. Çünkü orada, sonradan ortaya çıkarılan her şeyin bid’at, her bid’atın da dalalet, sapıklık olduğu beyan buyurulmaktadır. Bid’at, Kur’an ve Sünnet’e dayalı bir temeli ve bu yönde ümmetin uygulaması bulunmayan şeydir. Burada ise dinde delili olmaksızın ortaya konulan yenilikler anlamında kullanılmaktadır. “Her bid’at dalalettir” sözü bir genelleme ifade etmekte ise de, İslam alimleri bu sözle ekseriyetin kastedildiği hükmüne varmışlardır. Zira onlara göre bid’at, vacip, mendub, haram, mekruh ve mübah kısımlarına ayrılır. Mesela günümüz sistematiğine göre delilleri ortaya koyarak dinsizlere cevap vermek, İslam’ı savunmak, teknik imkanlardan yararlanarak dini tebliğ etmek gibi görevler vacip sayılır. İlmi kitaplar yazmak, günün şartlarına uygun okullar ve hizmet binaları yapmak menduptur. Çeşitli yemekler, mahzuru bulunmayan yeni icad edilmiş içecekler kullanmak mübahtır. Haram ve mekruhların neler olduğu İslam’ı öğreten kitaplarda, özellikle fıkıh eserleri ve ilmihallerde etraflıca belirtilmiştir. Dinimiz, ferdin ve toplumun yararına olan şeyleri yasaklamamıştır. Helalleri ve haramları açıklamış, icma, kıyas ve ictihadı serbest bırakarak, Kur’an ve Sünnet’in naslarına aykırı olmamak şartıyla, kıyamete kadar ortaya çıkabilecek her konuya karar verme imkanı, yetki ve selahiyetini alimlerle, onlara başvuracak yöneticilere bırakmıştır. Bid’at konusu, İslam alimlerinin her asırda ciddiyetle üzerinde durdukları bir konu olmuştur. İ’tisam denilen, Kur’an ve Sünnet’e bağlanma konusuyla bid’at hep bir arada mütalaa edilegelmiştir. Çünkü buraya kadar söylediklerimizden de anlaşılacağı gibi, Kur’an ve Sünnet’in devreden çıkarılması veya ihmal edilmesi, bid’atları doğurur ve onların yetişip gelişmesine zemin hazırlar. O halde bid’atlara engel olabilmenin yegane yolu, Kur’an ve Sünnet kültürünü yaygınlaştırmak, bunların hayat tarzı haline gelmesine zemin hazırlamaktır. Din, Kur’an’a ve Allah Resulü’nün sünnetine uymak, ortaya çıkan problemlere Kur’an ve Sünnet’e uygun çareler bulmak ve insanları çözümsüzlüğe mahkum etmemek suretiyle hayatiyetini ve etkisini sürekli kılabilir. Özellikle hadiste geçen “dinde olmayan şey” ifadesi, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olmayan icadların, yasaklanmış bid’atlardan sayılmayacağına işaret kabul edilebilir. Çünkü bir çok yeni icad vardır ki, bunlar fıkhen zaruri ihtiyaçlardan bile sayılır olmuştur. ÖYLE İSE BİD’ATI NASIL ALGILAYACAĞIZ? İmam Şafii: “Kitab’a, Sünnet’e, icmaa ve sahabenin yoluna muhalif olan her şey, saptırıcı, kötü bir bid’at; bunlara muhalif olmayıp hayra yönelik şeyler de iyi ve güzel bir bid’attır” demektedir. İşte iyi bid’at (el-bid’atü’l-hasene) ve kötü bid’at (el-bid’atü’s-seyyie) denilmesinin sebebi budur. Şafii’nin delili ise Hz. Ömer’in sahabe-i kiramın camide cemaatle teravih namazı kılmalarını, “bu ne güzel bid’at” diyerek tasvib etmesine dayanmaktadır. Sahabiler, Peygamber Efendimiz’in zamanında olmayan pek çok işler yapmışlar, onlara cevaz vererek kabulü hususunda icma etmişlerdir. Hz. Ebu Bekir zamanında Kur’an’ın bir mushaf halinde toplanması, Hz. Osman’ın zamanında nüshaların çoğaltılarak çeşitli bölgelere gönderilmesi en çok bilinen örneklerin başında gelir. Daha sonraki dönemlerde nahiv, feraiz, hesap, tefsir, isnada dayalı söz ve hadis metinlerinin tamamının yazılmasına yönelik çalışmalar da bunun örneklerinden bir kaçıdır. Bunları bid’at olarak isimlendirsek bile, kötü ve merdut oldukları söylenemez. Çünkü ilmin muhafazası, yayılması ve sonraki nesillere intikali bu sayede olmuştur. Konuyu zamanımıza kadar getirmek, basın yayın organlarını, bunların basıldığı modern baskı tesislerini, diğer iletişim vasıtaları ile, askeri ve sivil alandaki bütün gelişmeleri bu tavır ve tarz içinde ele almak zorundayız. Bunların bulunduğu bir dünyaya ayak uydurmayanların yaşama şansı ve hayat hakkı da olmaz. Aynı şekilde, evlerimizin yapı tarzından, içinde ihtiyaç duyduğumuz malzemeye varıncaya kadar bir çok eşya, zamana, mekana ve coğrafyaya göre farklılıklar gösterir. O halde bid’atlerin alanı, yani kötü karşılanan, yasaklanan ve haram olan, sahibini bazı kere iman dairesinin dışına çıkartan bid’atların alanı, itikad, amel ve muamelat gibi sınırları Allah ve Resulü tarafından çizilmiş, helal ve haramlığı belirlenmiş sahalardır. Bu hudutları aşanlar ve bunlara aykırı davrananlar bid’at çıkarmış olurlar. Bu tür bid’at ise merduttur, yani kesinlikle kabul edilmez. İşte bu sebeblerden dolayı, itikadi mezhepleri Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat ve Ehl-i bid’at ve’d dalalet olarak adlandırmışlardır. Akaid kitaplarımız, hangi inanç sapmalarının bid’at ve dalalet olduklarını delilleriyle birlikte açıklar. Fıkıh kitaplarında da bid’at sayılan ibadet ve muamelat türlerine işaret edilir. O halde bid’atları, günlük hayatımızda kullandığımız basit anlamıyla algılamak doğru bir yaklaşım ve anlayış sayılmaz. HADİSTEN ÖĞRENDİKLERİMİZ Bu hadis, İslam’ın en büyük temellerinden birini teşkil eder. Bu temel, Kur’an ve Sünnet’e aykırı olarak sonradan ortaya çıkan her inanç, ibadet ve muamelatın kabul edilemez oluşudur. Sonradan ortaya çıkan bir takım icadlar ve ihtiyaçlar, Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir ciheti olmadıkça, merdut olan bid’atlar sınıfından sayılmaz. Bid’at, hasene (iyi) ve seyyie (kötü) olmak üzere ikiye ayrılır. Kur’an, Sünnet, icma ve sahabe yoluna aykırı olmayanlar iyi, aksi olanlar kötü diye adlandırılır. İslam alimleri bid’atları, vacip, mendup, mübah, haram ve mekruh olmak üzere beş kısımda ele almışlardır. Savaş aletleri icadı, zamanın şartlarına uygun kuvvet hazırlamak vaciptir. Üniversiteler, enstitüler kurmak, ilmi kitaplar hazırlayıp basmak, ilmi yaymak, insanlara öğretmek, okul binaları yapmak gibi şeyler mendup ve makbuldür. Helal olan şeyleri yeyip içmek mübahtır. Haram ve mekruh ise dinimizce tayin ve tesbit edilmiştir. Bid’atı icat eden de, onun yolunda ve izinde giden de aynı şekilde günahkardır. Cabir radıyallahu anh şöyle dedi: Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem hutbe irad ettiği zaman gözleri kızarır, sesi yükselir, “Düşman sabah ve akşam üzerinize hücum edecek, kendinizi koruyunuz” diye ordusunu uyaran kumandan gibi öfkesi artar ve şehadet parmağı ile orta parmağını bir araya getirerek: “Benimle kıyametin arası şu iki parmağın arası kadar yaklaştığı sırada ben peygamber olarak gönderildim” derdi. Sonra da sözlerine şöyle devam ederdi: “Bundan sonra söyleyeceğim şudur ki: Sözün en hayırlısı Allah’ın kitabıdır. Yolların en hayırlısı Muhammed sallallahu aleyhi ve sel-lem’ in yoludur. İşlerin en kötüsü, sonradan ortaya çıkarılmış olan bid’atlardır. Her bid’at dalalettir, sapıklıktır.” Sonra da şöyle buyurdu: “Ben her mü’mine kendi nefsinden daha ileriyim, daha üstünüm. Bir kimse ölürken mal bırakırsa o mal kendi yakınlarına aittir. Fakat borç veya yetimler bırakırsa, o borç bana aittir; yetimlere bakmak da benim görevimdir.” Müslim, Cum’a 43. Ayrıca bk. İbni Mace, Mukaddime 7