Sûre adını 1. âyette geçen ve “açık delil, kesin belge” anlamına gelen beyyine kelimesinden almıştır. “Kayyime, Beriyye, İnfikâk” gibi isimlerle de anılmaktadır. Ayrıca Hz. Peygamber’in bu sûreyi “Lem Yekünillezîne keferû” şeklinde andığı da rivayet edilmiştir (Buhârî, “Tefsîr”, 98). Beyyine suresinin tefsiri Burada eleştiri konusu edilen “Ehl-i kitap”tan maksat, özellikle o dönemde Medine ve çevresinde yaşayan yahudilerle hıristiyanlar; “müşrikler”den maksat ise dönemin putperest Araplar’ıdır. Her ne kadar burada Hz. Peygamber’in yakın çevresinde bulunan iki grup inkarcı zikredilmişse de hüküm geneldir, bütün insanlığı ilgilendirmektedir. İlk ayet hakkında yapılan yorumları üç noktada özetlemek mümkündür: a) Müfessirlerin çoğunluğu bu ayeti, “Allah ve resulünü inkar eden yahudiler, hıristiyanlar ve putperestler, kendilerine açık kanıt yani peygamber gelinceye kadar içinde bulundukları inkarcılıktan ayrılıp ona son vermeyeceklerdir” şeklinde yorumlamışlardır. b) Diğer bir yorum da şöyledir: Allah Teala, Hz. Peygamber’in muhatapları olan Ehl-i kitap ile müşrikleri, –yeni bir ilahi mesajın zamanı geldiği için– o mesajı göndermeden dünyadan ayırmayacaktır. c) Aynı ayet, söz konusu grupların, kendilerine elçi ve kanıt gelmedikçe, gönderilmedikçe cezalandırılmayacakları şeklinde de yorumlanmıştır (bk. Ebu Hayyan, VIII, 498; Şevkani, V, 557-558). Bu son anlam ayetin bağlamına daha uygun görünmektedir. Yüce Allah, insanları iyiyi kötüden ayırt edecek yeteneklerle donatmış olmakla birlikte yine de, merhametinin bir sonucu olarak, açık kanıt göndermediği ve mesajının ulaşmadığı kimseleri yaptıklarından dolayı cezalandırmayacağını haber vermiştir. Nitekim bu husus, “Biz bir resul göndermedikçe azap edecek değiliz” (İsra 17/15) mealindeki ayette daha açık bir şekilde ifade buyurulmuştur. 2. ayette, ilk ayette geçen kanıtın, “tertemiz sayfalar”ı okuyup Allah’ın emirlerini insanlara tebliğ etmek üzere Allah tarafından gönderilmiş olan Hz. Peygamber olduğu belirtilmiştir. “Tertemiz sayfalar” ise Kur’an’ın sayfaları olup “tertemiz” nitelemesi, “yalan, nifak, şüphe, sapkınlık ve yanlışlık vb. kusurlardan arınmış sayfalar” anlamını ifade eder (bk. Kurtubi, XXIX, 142). 3. ayet ise bu sayfalarda “kitaplar”, yani dosdoğru, hakkı batıldan ayıran ilahi ayetler ve hükümler bulunduğunu bildirmektedir. Kur’an-ı Kerim önceki kitapların hükümlerini içerdiği için de bu şekilde nitelendirilmiş olabilir. Müfessirlerin çoğunluğuna göre bu ayetteki “açık kanıt”tan maksat, getirdiği mesaj ve mucizelerle apaçık hak ve hakikat elçisi olan Hz. Peygamber’dir. Buna rağmen Ehl-i kitap onun hakkında ihtilafa düştüğü için kınanmıştır. Müfessirler Hz. Peygamber gelinceye kadar Ehl-i kitabın, son peygamberin geleceği hakkında fikir birliği içerisinde bulunduğunu, fakat Hz. Peygamber geldikten sonra bir kısmı ona inandığı, çoğu ise inkar ettiği için ayrılığa düştüklerini söylemişlerdir (Taberi, XXX, 169; Şevkani, V, 558-559). İbn aşur’a göre bu ayetteki “açık kanıt”la Hz. isa’nın gelişi kastedilmiştir. Zira, İsrailoğulları’nın geçmişteki bazı peygamberlerinin verdikleri haber uyarınca, Hz. isa kendilerine peygamber olarak gönderildiği halde onların bazıları ona inanırken büyük çoğunluğu onun peygamberliğini tanımamışlar, böylece aralarında ayrılığa düşmüşler, yahudiler ve hıristiyanlar olarak bölünmüşlerdir (XXX, 478-479). “Allah’a yürekten inanıp itaat ederek” diye çevirdiğimiz ifadenin tam karşılığı, “dini yalnız Allah’a has kılarak” şeklindedir. Ancak bu ifadeyle “Allah’a gönülden inanıp tam bir dindarlık duygusuyla ve içtenlikle yalnız O’na kulluk etme” anlamı kastedildiği için böyle bir meal vermeyi tercih ettik. Buna göre ibadetlerde şekil de vazgeçilmez olmakla beraber, ibadetin özü ve ruhu niyet ve ihlastır, tevhid inancı ve kulluk bilincidir. Hanif ismi Kur’an dilinde her şeyden önce tevhid inancını kapsar ve daha açık olarak, “Şirk kuşkusu taşıyan her türlü sapkın görüşten uzaklaşıp Allah’ın birliği inancına yönelen ve ihlaslı bir şekilde yalnız O’na kulluk eden” anlamına gelir (bilgi için bk. Bakara 2/135; Rum 30/30). İbadet teriminin genel anlamı içinde namaz ve zekat da bulunmakla birlikte, ayrıca zikredilmeleri, onların çok önemli ve değerli olduğunu göstermektedir. Gerek önceki kutsal kitapların aslında ve gerekse Kur’an’da insanlara sadece bir olan Allah’a ihlasla ibadet etmeleri, namaz kılmaları ve zekat vermeleri emredilmiştir. Namaz Allah’a saygının, zekat ise insana şefkat ve sevginin en anlamlı ifadeleridir. Bu sebeple, ayette belirtildiği gibi tevhid inancı ve “Allah’a gönülden saygı ve itaat” anlamındaki ihlasın yanında, namaz ve zekat da diğer ilahi dinlerin bozulmamış şeklinde mevcut idi. ayetin son cümlesinde bu vecibelerin, ilahi vahye dayanan “dosdoğru din”in kendisi ve doğru yolda giden milletlerin dini olduğu vurgulanmıştır. Bu surenin indiği Medine ve çevresindeki yahudiler ve hıristiyanlar, son peygamber Hz. Muhammed’in risaleti hakkında bilgi sahibi oldukları halde, –önceki ayetlerde “kanıt” olarak ifade edilen– o hak peygamberi ve Kur’an’ı inkar ettikleri; putperestler ise ayrıca bir olan Allah’a ortak koştukları için halkın en kötüsü olarak nitelendirilmişlerdir. Onlara ibadet etmeleri ve namaz kılıp zekat vermelerinin emredilmesi İslam dinini kabul etmeye çağrıldıklarını ifade eder. Sonuç olarak ayette, Hz. Peygamber geldikten ve tanıdıktan, hakkında yeterli bilgiye sahip olduktan sonra da ona iman etmeyenlerin ebedi olarak cehennemde kalacakları bildirilmiştir. Buna karşılık 7. ayette, iman edip iyi işler yapanlar –ki bunların başında namaz kılmak ve zekat vermek gelmektedir– halkın en hayırlısı olarak nitelendirilmiştir. 8. ayette ise müminlere dünyada yaptıkları iyi işlerin karşılığı olarak ahiret nimetlerinin en güzellerinden olan adn cennetlerinin verileceği, müminlerin bu cennetlerde ebedi olarak kalacakları haber verilmektedir. Bunlardan daha iyisi ise yüce Allah’ın rızasını kazandıklarının müjdelenmiş olmasıdır. Dünyada Allah’ın emirlerini yerine getirip yasaklarından sakındıkları için Allah Teala onlardan razı olmuştur. Bir hadis-i kudside belirtildiği üzere onlara gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve insan aklına gelmemiş olan sonsuz nimetler verileceği için (Buhari, “Tevhid”, 35; Müslim, “iman”, 312) onlar da Allah’a karşı hoşnutluk ve memnuniyet hissiyle dolacaklardır. Surenin sonunda ise bütün bu nimet ve lutufların, kendisini yaratan, büyütüp besleyen ve yaşaması için her türlü imkanı sağlayan yüce rabbine karşı “haşyet” içinde olan, yani O’nun ululuğu karşısında derin bir saygı ve korku duyan, bu duygularla ürperip heyecanlanan mümine sunulacağı bildirilmiştir.