Bakara Suresi Hakkında Bilgi

Konusu 'Kuran-ı Kerim ayetleri' forumundadır ve Lasey tarafından 11 Ocak 2018 başlatılmıştır.

  1. Lasey

    Lasey Admin

    BAKARA SÛRESİ

    (سورة البقرة)
    Kur’an-ı Kerim’in ikinci ve en uzun sûresi.

    Sûrenin ilk ayetlerinin hicretten sonra Medine’de ilk nazil olan ayetler olduğu kabul edilir. Bununla beraber bütün Kur’an-ı Kerim’in en son nazil olduğu rivayet edilen “vetteķū yevmen = واتّقوا يوماً ” ayeti de yine bu sûrededir (ayet 281). Buna göre hicretten sonra inmeye başlayan sûrenin nüzûlü dokuz on yıl sürmüş ve bütün Medine devri boyunca devam etmiştir. ayet sayısı ihtilaflı olmakla birlikte Kûfeliler’in sayımına göre 286’dır. Fasıla*ları, “kalk düşünelim” anlamına gelen ( قم لندبر ) sözündeki ( ب، د، ر، ق، ل، م، ن ) harfleridir.

    Bakara sûresine ayrıca içindeki ayetü’l-kürsi’den (ayet 255) dolayı Sûretü’l-kürsi, ihtiva ettiği hükümlerin çokluğu sebebiyle Füstatü’l-Kur’an adları da verilmiştir. Sûrenin biri “senam” (zirve), diğeri “zehra” (parlak beyaz, nurlu) olmak üzere iki de lakabı vardır. Nitekim üçüncü sûre olan al-i İmran ile birlikte bu iki sûreye “Zehravan” denilmiştir. Türkçe’de “hatim başı” veya “büyük elif-lam-mim” diye de adlandırılır. Ancak en meşhur adı Bakara’dır. Arapça’da “sığır, inek” anlamına gelen bu söz sûrede genel olarak sığır cinsi için değil bir tek inek için kullanılmıştır. Tevrat’ın Tesniye bölümünde de yer aldığı üzere (21, 1-9) Hz. Mûsa devrinde, İsrailoğulları arasında faili bulunamayan bir cinayetten dolayı diyet olarak kurban edilmesi gereken bu ineğin bazı özellikleri vardı. Peygamberlere ayrıntılı sorular sormanın uygun olmadığı yolunda birtakım uyarıları da ihtiva eden bu hikaye Kur’an-ı Kerim’de yalnızca bu sûrede geçmektedir (ayet 67-71).

    Bakara sûresi sadece sayfa ve ayet sayısı bakımından Kur’an’ın en uzun sûresi değil, aynı zamanda içine aldığı konuların çokluğu ve çeşitliliği bakımından da çok yönlü bir sûresidir. Sûrede başta iman esasları olmak üzere insanın yaratılışı, kıblenin değişmesi, namaz, oruç, hac, sadaka, boşanma, nesep, nafaka, borçların kaydedilmesi gibi pek çok konuya yer verilmiştir. Bunlar doğrudan doğruya veya dolaylı olarak dini ve dindarlığı ilgilendiren meselelerdir. İslamiyet’in gelişme ve yayılma süreci içinde değişik zamanlarda gündeme gelmiş olan bu konular, daha önce veya daha sonra nazil olan diğer sûrelerdeki ayetlerle de ilişkilidir. Uzun aralıklarla bölüm bölüm inen ve birbirinden farklı konuları ihtiva eden sûrenin nüzûlünü tek sebebe bağlı olarak açıklamak mümkün görünmemektedir. Bununla beraber sûrenin muhtevası anlatılırken yeri geldikçe o kısmın nüzûl sebebine de işaret edilecektir.

    Dikkatle incelendiği zaman baştan sona sûrede ön planda tutulan ana hedeflerin üç noktada yoğunluk kazandığı görülür. 1. İslam dininin iman esaslarını açıklamak, bilhassa ayetü’l-kürsi’de doruk noktasına varan tek tanrı (tevhid) inancının özelliklerini belirtmek, müslümanların nasıl bir tanrı inancına sahip olmaları gerektiğini ortaya koymak. 2. Kur’an hidayetinin ne olduğunu (ayet 185) ve bu hidayet karşısında çeşitli insan gruplarının durumunu ve yerini belirlemek. 3. Müslümanların başka dinlerin mensuplarından ayrı, müstakil bir cemaat ve kendine mahsus vasıfları bulunan bir ümmet olduklarını ortaya koymak, bu ümmetin toplu davranış kurallarını belirtmek; bununla ilgili olarak İsrailoğulları’nın din anlayışı ve uygulamasında içine düştükleri yanılgı ve sapmalardan çarpıcı örnekler vererek müslümanları uyarmak.

    Daha önce Mekke devrinde nazil olan sûre ve ayetlerde iman ve itikad konularına ağırlık verildiği ve bu gibi konulara ferdi psikoloji açısından yaklaşıldığı görülür. Putperestliğin ve ilkel din anlayışının zihin bulandıran belirsizliği karşısında kainat ve hayat olaylarını tek tanrı inancının ışığında ele alan ve açıklayan yeni dinin ilkelerindeki tutarlılık ve berraklık savunulur. Mekke devrinde nazil olan ayetlerde gözetilen hedef, kişiyi içine düştüğü inanç çelişkisinden kurtarmak ve ferdi manada hidayete kavuşturmaktır. Oysa Medine devrinde artık müslümanlar tek tek inanç arayışı içinde olan kişiler değil diğer dinlerin mensupları ve inanç grupları karşısında belli bir cemaattir. O zamana kadar gelen ayetlerle hidayet ve takvanın fert açısından taşıdığı manalar zaten ortaya konmuş bulunmaktadır. Artık bu gibi İslami kavramların toplum açısından ne anlam ifade ettiğinin açıklanmasına, birtakım toplu davranış örnekleriyle ortaya konmasına sıra gelmiştir. İslamiyet mücerret kavramlar üzerine kurulu bir felsefi sistem değil, iyi hareket ve güzel davranış demek olan “salih ameller” dini olduğuna göre müslüman toplumuna yön verecek ilke ve kuralların bilinmesine ihtiyaç vardır. Bundan dolayı sûrenin pek çok fasılası çoğul sigasıyla gelmiş, sûre, sonu büyük kurtuluşa çıkan iman ve hidayet yolunun yolcularını belirleyerek ve bu kitabın onlar için hidayet rehberi olduğunu ilan ederek söze başlamıştır. Bu bakımdan bütünüyle Fatiha sûresindeki, “Ey Rabbimiz, sen bizi doğru yola ulaştır!” duasının (ayet 6) cevabı ve açıklaması gibidir. Fatiha sûresinde Allah’tan istenen hidayetin ne olduğu bütün yönleriyle bu sûrede açıklanır; hem iman ve itikad esasları bakımından, hem de o imanın gereği olan ibadet ve davranış örnekleri bakımından ortaya konur. Dindarlığı belirleyen şekil ve kurallarla birlikte o kuralların hangi manevi hedefleri ve ne gibi ince hikmetleri gözettiği de bildirilir. Buna göre dindarlığın bir yönüyle disiplin, ciddiyet, itaat ve teslimiyet, diğer yönüyle bilgi, tefekkür, basiret, hikmet, sevgi ve samimiyet olduğu ortaya konur.

    Sûrenin ilk ayetleri, söz konusu hidayet karşısında çeşitli insan gruplarının yerini belirleyen bir giriş mahiyetindedir. Buna göre insanlar müminler, kafirler, bir de iki yüzlü kararsızlar olarak üçe ayrılırlar. Bu üçüncü gruptan olan iki yüzlülerden bir kısmına, daha sonra nazil olan Nisa (ayet 137-145), Tevbe (ayet 66-67) ve Münafıkūn sûrelerinde “münafık” adı verilecektir.

    Bu girişten sonra Allah’a ibadet etmenin kulluğun tabii gereği olduğu açıklanır. Göklerde ve yeryüzünde meydana gelen ve bize alelade gibi görünen olayların rabbin yüce kudretini tanıttığına dikkat çekilir. Ancak dindar olmak için o kudretin varlığını bilmek yetmez, vahiy yoluyla gelen ilahi emirleri kabul edip onlara uymak gerekir. Çünkü gerçekte hidayetin ne olduğunu yalnızca vahiy bildirir (ayet 21-24). Vahyin önemi ve onun kul gücünün üstünde bir bilgi çeşidi olduğu kesin bir dille ortaya konduktan sonra inananlarla inanmayanların vahiy karşısındaki değişik tavırları gözler önüne serilir.

    İnsanlar yok iken yaratılmışlar, sonra ölecekler, daha sonra diriltilecekler ve en sonunda da Allah’ın huzurunda hesaba çekileceklerdir. Birçok kimse bu gerçeği görmezlikten gelip inkara sapar. Onlar Allah’a karşı üstlendikleri kulluk andını tutacak yerde yeryüzünde bozgunculuk yaparlar. Böyleleri hüsrana uğrayacaklardır (ayet 27-29). İnsanları kendi yaratılış sebepleri üzerinde düşünmeye sevkeden bu ayetler ilk insanın yaratılışını merak konusu yapar. Bundan sonraki ayetler bu merakı gidermeye yöneliktir. adem yeryüzünde halife olarak yaratılmış, bilgi edinme yeteneğiyle donatılmış ve kendisine isimler öğretilmiş, bu özelliğiyle de meleklere üstün tutulmuştur. Bununla beraber eşiyle birlikte yedikleri yasak meyve yüzünden günah işlemişler ve cennetten çıkarılmışlardır. Sonra Allah yine de onlara acımış, tövbe etmeyi öğretmiş ve her ikisini de bağışlamıştır (ayet 35-39).

    Bu ayetler, yahudi ve hıristiyanların ilk günah (bk. ASLi GÜNAH) hakkındaki nazariyelerinin vahiy temelinden yoksun, asılsız bir iddia oluğunu ortaya koyar. Aslında bağışlanmış olan bir günahın nesilden nesile sürüp gittiğini akıl ve mantık da kabul etmez. Burada anlatılmak istenen şey, adem ile Havva’nın şeytana ve nefislerine uyup günah işlemeleri, sonra tövbe edip bağışlanmaları şeklinde kendini gösteren bu iniş ve çıkışların onların soyundan gelen herkes için daima mümkün ve muhtemel olduğudur. Allah’ın emirlerine uymak ve şeytanın fitnesinden sakınmak konusunda ademoğulları’na dikkatli ve iradeli olmaları gerektiği yolunda bir uyarıdır. Allah’a inanan, O’ndan bağışlanma dileyenler için korkuya mahal yoktur; çünkü onlar bağışlanacaklardır. Korkması gerekenler, inkar edenler ve inkarda direnenlerdir; çünkü onlar ateşte süresiz kalacaklardır.

    Sûrenin bundan sonraki ayetleri (40101), bir insanın hayatında görülebilen iniş ve çıkışların kavimlerin hayatında da görülebileceğini anlatmak üzere yahudilere eski şanlı geçmişlerinden bazı önemli olayları hatırlatır. Hz. Ya‘kūb’un soyundan gelmeleri, Tevrat hidayetine ve tevhid inancına sahip olmaları kendileri için büyük bir nimet ve üstünlük sebebidir. Mısır’daki kölelikten de Allah’ın yardımıyla kurtuldular. Çölde susuz kaldıkları zaman suya, açlık tehlikesi karşısında bıldırcın akınına ve kudret helvasına kavuştular. Allah’ın bunca nimetlerine karşılık hemen her defasında yine de kendi kurtarıcılarına karşı gelmekten, peygamberlerini üzmekten, hatta bazılarını öldürmekten geri kalmadılar. Daha kötüsü, Mısır’daki eski efendilerinin taptığı kutsal Apis öküzünün bir benzeri olan altın buzağı heykeline tapmaya başladılar. Oysa Allah’tan başkasına tapmayacaklarına dair kesin söz vermişler ve and içmişlerdi. Allah’a verdikleri sözü tutmadılar, nimetlere nankörlük ettiler. Allah’ın kurban edilmesini emrettiği o ineği kesmemek için çok direndiler. Her seferinde bir başka bahane ile geldiler, söz konusu ineğin daha başka hangi özellikleri bulunduğunu sordular. Nihayet onun hiç çifte koşulmamış, parlak altın sarısı, iyi gelişmiş ve görenleri imrendirecek güzellikte bir inek olduğu kesinleşti. Kendi cinsinin bütün üstün özelliklerini taşıyan bu yaratık beden yapısı ile kutsal Apis öküzünü andırıyor, altın sarısı rengiyle de yahudinin altına karşı duyduğu sevgiyi temsil ediyordu. Bu iki sebepten dolayı mutlaka kesilmesi, kurban edilmesi gerekiyordu. Ancak böyle bir kurban sayesinde onlar esaretle geçen eski Mısır günlerinin etkisinden kurtulacaklardı. Yine ancak bu özellikte bir kurban sayesinde altına karşı düşkünlükleri biraz engellenmiş olacaktı. Sonuçta istemeye istemeye böyle bir kurbanı bulup kestiler. Hani neredeyse ondan vazgeçiyorlardı.

    Hz. Peygamber hicretin hemen ardından Medine’deki bazı yahudi kabileleriyle dostluk antlaşması imzaladı. Putperestliğe karşı vereceği mücadelede onların desteğini sağlamak, en azından onların karşısına çakmalarına engel olmak istiyordu. İşte Bakara sûresinin yahudilerle ilgili olan bu bölümleri, Hz. Peygamber’in yahudi cemaatleriyle ilişkiye girdiği sıralarda nazil olmuştu. Bu sebeple Bakara sûresindeki “ehl-i kitap” tabiri daha çok yahudiler için geçerli olup müslümanların hıristiyan cemaatlerle ilişki kurmaları Uhud Savaşı’ndan sonra, İslamiyet’in Medine dışına yayılmaya başlamasıyla mümkün olmuştur. Bu ilişkiler bundan sonraki al-i İmran sûresinde söz konusu edilecektir.

    Hz. Peygamber, aradaki yazılı antlaşmalara rağmen Medine’deki yahudi müttefiklerinden beklediği desteği göremedi. Onlar hemen her hadisede müşriklerle birlik olup müslümanları arkadan vurmaya çalıştılar. Oysa kendi kitapları olan Tevrat’ı tasdik eden Kur’an’a herkesten önce inanmaları gerekiyordu. Çünkü vahyi, peygamberin kim olduğunu, hatta gelecek olan peygamberin bazı özelliklerini biliyorlardı. Bütün bunlardan dolayı sûrenin 41. ayeti onlara, “Bari inkar edenlerin ilki siz olmayın!” şeklinde sitem

    etmektedir. “Ne zaman onlar bir antlaşma yaptılarsa yine kendi içlerinden bir grup onu bozmadı mı? Zaten onların çoğu inanmazlar” (ayet 100). Yahudilerin vaktiyle kendi peygamberlerine karşı da aynı hırçın ve dönek tutumu sergilediklerini bildiren ve bunu canlı misallerle gözler önüne seren bu ayetler, onların ne kadar güvenilmez insanlar olduklarını ortaya koyar. Fatiha sûresindeki “gazaba uğramış olanlar” ifadesinin bir bakıma gerekçesi ve tefsiri sayılan bu ayetlerde müslümanlara yahudinin karakter yapısını tanıtma hedefi güdülmüş olduğu söylenebilir. Ancak esas hedefin bundan da ötede bir mesajı gözettiği kesindir. O da müslümanların kendi peygamberlerine karşı gösterecekleri davranışlarda yahudilere benzememeleri gereğidir. Çünkü onlar, “İşittik ve isyan ettik” dediler (ayet 93). Halbuki müminler, “İşittik ve itaat ettik” demek durumundadırlar (ayet 285). Onlar Allah’ın kitabını bir yana bırakıp başka yollarla hidayet aradılar. Hz. Süleyman’ın, hükümranlığını sihir vasıtasıyla elde ettiği yolunda şeytanların uydurup yaydıkları sözlere tabi oldular.

    Peygamberler hakkında saygısızlık ifade eden düşünce ve sözlerden uzak durmayı ihtar eden ayetlerden (ayet 102-104) sonra yahudi ve hıristiyanların dinde üstünlük iddialarının ve yalnızca kendilerinin cennet ehli oldukları yolundaki kanaatlerinin yanlışlığı vurgulanır. Halbuki, “Özünü iyilikle ve samimiyetle Allah’a yöneltenlere rableri katında daima mükafat vardır” (ayet 112). Önemli olan da doğuya veya batıya yönelmek değil her yerde Allah’ın kudretini görebilmektir (ayet 115).

    Bu ayet ve bundan sonraki ayetler, kıblenin Kabe yönüne çevrilmesi için gerekçe anlamı taşır. Zaten o bina, birer peygamber olan İbrahim ve oğlu İsmail tarafından yalnızca Allah’a ibadet için yapılmış mübarek bir evdir. İbrahim’in duası, kendi soyundan Allah’a inanmış insanların gelmesi ve yoldan çıkanları uyarmak üzere Allah’ın onlara kendi içlerinden peygamberler göndermesi şeklindeydi. Ya‘kūb da ölüm döşeğinde çocuklarından, ataları İbrahim’in dinine bağlı kalacakları hususunda söz almıştı. “Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları kendilerinin, sizin kazandıklarınız da sizindir. Onların yaptıklarından siz sorguya çekilmeyeceksiniz” (ayet 134, 141). Allah’ın bir yeri kıble yapması, yalnızca Peygamber’e uyanlarla uymayanları belli etmek içindir (ayet 143). İlk zamanlarda müslümanlar namazda yahudilerin kıblesi olan Kudüs’e yöneliyorlardı. Yahudiler bu durumu istismar ediyor, onları kendilerini taklide özenen basit insanlar gibi görmeye ve göstermeye çalışıyorlardı. Hem bu istismarı önlemek, hem de ibadetin şu veya bu yöne değil doğrudan Allah’a yapılmasındaki önemi göstermek üzere ayet, Hz. Peygamber’in ve bütün müslümanların bundan böyle namazlarında Mescid-i Haram tarafına dönmelerini son bir defa daha tekrarlayarak hükme bağlar (ayet 144) ve Allah’ın bir hükmü ortadan kaldırıp onun yerine bir başka hükmü koyabileceğini bildiren nesih ayetinin (ayet 106) neye delalet ettiğini kıblenin tahviliyle bilfiil göstermiş olur.

    Daha sonraki ayetler ise dindarlığın Allah’tan korkmak, O’nu çok çok anmak, O’nun yolunda can ve mal kaybıyla birlikte birtakım korkulara ve sıkıntılara katlanmak demek olduğunu bildirmekte ve Allah yolunda öldürülenlere ölü denemiyeceğini haber vermektedir (ayet 151-157).

    Vahiy yoluyla gelen hidayeti bile bile inkar edenlerin lanete uğrayacaklarını ilan ve ihtar eden ayetlerden sonra başta yahudiler olmak üzere bütün insanlığa şu çağrı yapılır: “İlahınız bir tek Allah’tır. O’ndan başka tanrı yoktur. O rahmandır, rahimdir” (ayet 163).

    Ardından gelen ayetler, muameleler ve yiyecekler hakkında helal ve haramı bildiren talimatlar mahiyetindedir. Bunlar sırasıyla kısasta hayat olduğu, ölüme bağlı bir tasarruf olan vasiyetin geçerliliği, ramazan orucunun farz kılınması, haksız kazançların haram oluşu, savaş yasağı bulunan haram aylar* içinde de olsa Mekke’de saldırıya uğrayan müslümanların buna karşılık verebilecekleri, bununla beraber tehlikeye atılmanın doğru olmayacağı, hac ve haccın sağlayacağı barış ve bunun faydaları hakkındaki ayetlerdir. Peygamberler insanları uyarmak ve aralarındaki anlaşmazlıkları çözmek için gönderilmişlerdir. İnfakın en başta anaya ve babaya iyilik demek olduğu bilinmelidir. Savaş bazan kaçınılmaz olur; hoşa gitmeyen şeyler çok defa insan hakkında hayırlı sonuçlar doğurabilir. Aslında zulüm ve fitnenin sürüp gitmesi savaştan daha büyük tehlikedir. Putperest bir kadınla nikah caiz değildir. Evlilik, nesep, süt kardeşliğinin müddeti, boşanma ve iddet*le ilgili ayetlerden sonra korku zamanında ve binek üstünde namazın nasıl kılınacağı açıklanmaktadır. İsrailoğulları’ndan bazı heyetlerin önce nasıl hararetle savaş istedikleri, daha sonra ondan nasıl yüz çevirdikleri hatırlatılmaktadır. Savaş zaruret olduğu zaman ondan kaçmamak, azimle direnmek ve sebat etmek gerekir. Çünkü, “Allah eğer insanlardan bir kısmının kötülüğünü diğerleriyle savmamış olsaydı yeryüzü altüst olurdu” (ayet 251). Bütün bunlar Allah’ın vahiy yoluyla bildirdiği gerçeklerdir.

    Hiç şüphesiz Hz. Muhammed de Allah’ın peygamberlerinden biridir (ayet 252). Allah peygamberlerini farklı özelliklerde yaratmış ve birbirlerine üstün kılmıştır. Ancak insanlar içinden birçoğu ilahi gerçeklerin ve peygamberlerin değerini inkar eder. Halbuki ahiret gününde hesap olduğunu ve ona hazırlanmak gerektiğini haber verenler de onlardır. İnsanlar hiçbir dostluğun, yardım ve alışverişin fayda vermeyeceği bir günde, kendisinden başka ilah olmayan, kendisini uyku ve uyuklama tutmayan, göklerin ve yerin yaratıcısı, herşeyi bilen, kürsi*si yeri ve gökleri kaplayan, yüce arşın sahibi, hay* ve kayyûm* olan Allah huzurunda hesaba çekileceklerdir. Bununla beraber dinde zorlama yoktur. Çünkü artık doğrulukla eğrilik iyice açığa çıkmıştır. Allah inananların yardımcısıdır, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır (ayet 253-257).

    Hidayetin, her şeyden önce Allah hakkında sağlam bir itikada sahip olmakla ve bunun da ancak peygamberlere gelen vahiyle mümkün olacağını bildiren bu ayetlerden sonra, Hz. İbrahim’in, Allah hakkında kendisiyle münakaşaya tutuşan birini nasıl susturduğunu ve ölülerin dirileceği konusundaki inancının mûcize yoluyla nasıl pekiştirildiğini bildiren ayetlerin gelmesi çok anlamlıdır. Bunu takip eden ayetler hesap gününe nasıl hazırlanılacağını, bunun için ne gibi iyiliklerin yapılıp hangi yasaklardan sakınmak gerektiğini bildirir. Gönül okşayıcı güzel sözün başa kakılan iyiliklerden daha değerli olduğu haber verilir. Fakirlerin ve yardıma muhtaç olanların kayırılıp gözetilmesini emreden ayetlerden sonra bu kısım, bütün Kur’an’ın en son nazil olan ayeti olduğu rivayet edilen, “Allah’a döndürüleceğiniz o günden sakının! Zira o gün herkese hak ettiği mutlaka verilecek ve kimse haksızlığa uğramayacaktır” ayetiyle noktalanır (ayet 281). Sûrenin büyük hesap günüyle ilgili