Ali Sincari Kimdir? Ali Sincari Irak evliyâlarından olup ismi Ali’dir, babasının ismi Vehb’dir. Doğum târihi kesin olarak belli değildir. Ali Sincari hayatını Bazâr kasabasında geçmiştir. Küçük yaşta ilim tahsiline başladı. 7yaşında Kur’ân-ı kerîmi ezberledi. 13 yaşında Bağdat’a gitti. Orada büyük âlimlerden fıkıh, tefsîr, kelâm, hadîs ve tasavvuf ilimlerini öğrendi. Vakti, hocalarından ders görmekle ve mescidde ibâdet ederek geçiyordu. Bir gece rüyâsında Ebû Bekr-i Sıddîk’ı gördü. Ona; "Ey Ali bin Vehb! Sana bu takkeyi giydirmek bana emredildi." buyurdu ve koynundan çıkardığı bir takkeyi başına giydirdi. Uyandığında takkenin başında olduğunu gördü. Birkaç gün sonra, rüyâsında Hızır aleyhisselâmı gördü. Ona; "Yâ Ali! İnsanların arasına karış. Onlara dînin emir ve yasaklarını anlat da, senden istifâde etsinler!" buyurdu. Ondan sonraki günlerde, 3 kere Peygamber efendimizi rüyâsında gördü. Ona; "İnsanlar arasına karış, senden istifâde edecekler." buyurdular. Artık insanların arasına karışmaya başladı. Ertesi gün rüyâsında gâibden bir ses ona; "Ey kulum! Yarattığım bu yerde seni seçtiğim kullarımdan eyledim. Bütün işlerinde sana yardım ettim. Seni, kullarıma rahmet olarak yarattım. Onların arasına karış. Kur’ân-ı kerîmde bildirdiğim emir ve yasaklarımı kullarıma anlat, âyetlerimi onlara açıkla!" buyurdu. Bu günden sonra, insanlar onun yanına akın akın gelmeye başladılar. Onlara hocalarından öğrendiklerini anlatmaya başladı. Ali bin Vehb-i Sincârî, âlim, velî, güzel huylar ve fazîletler sâhibi idi. Çok güzel konuşurdu. İnsanlar, onun tatlı ve kalblere şifâ olan sözlerini işitmek için etrâfına toplanırlardı. Evliyânın büyükleri dahi onun sohbetlerini kaçırmazlar, talebesi olmakla şereflenirlerdi. Bunlar, Süveyd-i Sincârî, Ebû Bekr-i Gârî, Sa’d-i Senâbihî gibi büyükler idi. Ali bin Vehb zirâat ile de uğraşır, tarlasını eker, çıkan mahsûlün onda birini öşür zekâtı olarak ayırır, müslüman fakirlere dağıtırdı. Bir gün çift sürerken öküzün biri öldü. Öküzün boynuzundan tutup; "Yâ Rabbî! Bunu bize dirilt!"diye duâ etti. Allahü teâlâ, haram yemeyen, günah işlemiyen bu sevdiği kulunun hatırını kırmadı, duâsını kabûl edip öküzü diriltti. Ali bin Vehb sabanla toprağı sürerken sabanın kulpuna dokunmazdı. Tohumu toprağa atar atmaz, hemen çimlenerek boy vermeye başlardı. Bir grup fakir gelip, kendisinden yiyecek tatlı istediler. O da içeri girip narın yenecek kısımlarını su dolu bir tencereye doldurdu. Bu tencereyi fakirlerin önlerine koydu. Fakirler onu yediklerinde, hayatlarında böyle güzel ve hoş kokulu bir tatlı yemediklerini belirttiler. Ali Sincârî zamânında Hemedan halkından Muhammed bin Ahmed isminde bir zât vardı. Onun basîreti, kalb gözü açık idi. Arş’a kadar bütün melekût âlemini görürdü. Bir ara bu hâlini kaybetti. Çok tövbe ve istigfâr etti. Büyük bir velînin kendisine teveccüh ve duâ etmesi ile buna kavuşabileceğini anladı. Eski hâline yeniden kavuşabilmek için, diyâr diyâr dolaştı. Sincâr’da Ali Sincârî’nin medhini duyup, huzûruna geldi. Ali Sincârî ona izzet, ikrâmda bulunduktan sonra; "Ey Muhammed Hemedânî üzülme! Allahü teâlânın izniyle eski hâlinden daha ziyâdesine kavuşacaksın." deyip gözlerini yummasını emretti. Gözlerini yuman Muhammed Hemedânî, melekût âlemini Arş’a kadar seyretti. Sonra gözlerini açtırıp buyurdu ki; "Bu gördüğün eski hâlin idi. Şimdi de yeni hâlini göreceksin." Yine gözlerini yumdurdu. Bu defâ hiç görmediği yerleri görüp, yedi kat yerin altından, Arş-ı âlâya kadar seyretti. Tekrar buyurdu ki: "Cenâb-ı Hak sana öyle bir kerâmet ihsân edecek ki, bir anda ufuklara ulaşacaksın. " Bu söz üzerine MuhammedHemedânî, bir adımda Sincâr’dan memleketi olan Hemedan’a vardı." Ali bin Vehb, bir bahçede talebelerine ders verirken, zamânın âlimlerinden Mûsâ Zûlî ile Adî bin Müsâfir huzûruna geldi. Kendisine, "Yâ Ali bin Vehb! Tevhîd ne demektir?" diye sordular. O da, "İşte bu demektir" buyururken, orada bulunan koca bir kayayı gösterdi. Kaya bir anda ikiye bölünmüştü. Orada bulunanlar hayret ettiler. Bunu işitenler gelip kayayı ziyâret ettiler ve duâlarının kabûlü için Ali bin Vehb’i Allahü teâlâya vesîle yaptılar. Talebesine sık sık buyururdu ki: "İhlâs; bütün işleri, insanların rızâsı için değil, Allahü teâlânın rızâsı için yapmaktır." "Allahü teâlâ, sevdiği kulunun kalbine, kendine arzu etme isteğini yerleştirir." "Talebe iki kısımdır. Mürîd olanlar, severler, kalplerine kendilerine âit olan bir isteği, arzuyu getirmezler. Gayretleriyle tasavvuf derecelerine yükselmeye başlarlar. Murâd olanları ise sevilirler, dâvetlidirler, çekilirler ve yükseltilirler. Onun için murâdlar çok kıymetlidirler. Murâd olunanların başı ve sevilenlerin önderi Muhammed aleyhisselâmdır. Başkaları ona tufeyl yâni, yanısıra kabûl olunmaktadırlar. Onlara aradığını buldururlar ve gideceği yolu tamamlarlar. Artık onların nazarında kâinâtın hiçbir kıymeti yoktur. Hep Yüce Allah düşünürler. Bu yolda fenâ makâmına kavuşurlar." "Ebedî olarak yaşamak istiyorsanız, Allahü teâlânın emirlerini yapınız, yasaklarından kaçınınız ve cenâb-ı Hakkı devamlı hatırlayınız. Ondan gelenlere râzı olunuz. O zaman, âhiretinizi kazanır, Cennet’te ebedî, sonsuz olarak yaşarsınız." "Zühd, üç kısımdır. Farz olan, fazîlet olan ve Hakka yakınlığa sebeb olan zühddür. Haramlardan kaçmakla yapılan, farz olan zühddür. Şüpheli olanlardan kaçmak da fazîlet olan zühddür. Mübahların fazlasından sakınmak da, Hakka yakınlığı sağlayan zühddür." Ali Sincârî hazretleri, on ikinci asrın sonlarında, seksen yaşlarında iken Sincâr’da vefât etti. Allahü teâlânın ismini söyleyerek hiç yemin etmedi. Allahü teâlâya olan hayâsından, başını yerden kaldırmazdı. Keşif, kerâmet sâhibi bir kimse idi. Vefât ettiğinde, talebelerinden kırkı, büyük mertebeler, yüksek dereceler sâhibi idi. Vefât ettiğinde, talebeleri kabrinin etrâfında toplandılar, üzüntü içinde birbirlerini tâziye ediyorlardı. Üzüntülerinden, oradaki bâzı bitkilerin yapraklarını koparıp koklamaya başladılar. O anda, Allahü teâlânın izni ile, Ali bin Vehb’in mezarının etrâfındaki yaprakların herbiri, ayrı ayrı renklerde çiçekler açtı, etrâfa misk gibi kokular dağıldı. KABI DOLU OLANLAR Ali bin Vehb bir gün talebeleriyle otururken, Magribli Abdurrahmân isminde bir kimse geldi. Torbasından çıkardığı bir gümüş külçeyi Ali bin Vehb’in önüne koyup; "Efendim! Bu gümüşü, fakirlere dağıtmanız için size getirdim. Uygun gördüğünüz kimselere verebilirsiniz!" dedi. Ali bin Vehb de; "Fakir kim varsa, birer bakır tabakla buraya gelsin!" diye o kasabada oturanlara haber gönderdi. Herkesin yanlarında getirdiği tabakları, gümüş külçenin etrâfına koydurdu. Sonra kendisi ayağa kalkıp yürüyünce, gelen kapların bir kısmı altın, bir kısmı gümüş ile doldu. İki kaba ise hiçbir şey dolmadı. Gelen gümüş külçeden hiç eksilme olmadı. Herkes tabağını alıp götürünce, Magribli Abdurrahmân bu işin hikmetini sordu. Ali bin Vehb; "Kabı altın ile dolanlar günâhı az olup, Allahü teâlânın sevdiği evliyâya muhabbeti olan kimselerdi. Tabağı gümüş ile dolanlar, günahları diğerlerine göre biraz daha çok olanlardır. Tabağına hiçbir şey dolmayanlar da, âlimlere, evliyâya muhabbet beslemeyen ve onları sevmeyen kimselerdi. Ey Abdurrahmân! Görüyorsun, bizim altına, gümüşe ihtiyâcımız yok. Allahü teâlâ bunların hepsini bize ihsân etti. Fakat biz, âhıreti dünyâya tercih ettik. Getirdiğini geri al!" buyurdu.