Materyalist söylemlere dikkat edersek, din ve akıl kavramları arasında ısrarla bir ayrım yapmaya çalıştıklarını görürüz. Sürekli olarak, dinin yalnızca ön kabullere dayandığı, dogmatik olduğu, aklını kullanan insanların ise bu ön kabulleri aşmış kimseler olduklarını vurgularlar. Bu çok ucuz ve çok cahilce bir aldatmacadır. Çünkü din, akıl vesilesiyle anlaşılabilir. Dinin kaynağı ve rehberi olan Kur’an, akıl ve din arasında bir ayrım yapmaz, aksine dinin temelinin akıl olduğunu söyler. Kur’an’a göre, iman eden insanlar akıl sahipleridir; inkâr edenler ise akıl edemeyen kişilerdir. Bu nedenle pek çok ayetle insanlara akıllarını kullanmaları ve düşünmeleri yönünde çağrı yapılır. Kur’an’ın insanlardan düşünmelerini istediği ise, karşılaştıkları olayların nasıl ve neden olduğu konularıdır. Gerçek din de ancak bu düşünceden doğar. Kur’an’ın bize bildirdiği düşünce yöntemi de; kâinatın ve olayların nasıl işlediğini düşünmektir. İnsan bu şekilde hepsinin ardındaki Yaratıcıyı görebilir. İnsan gerçekler üzerinde düşünmediği takdirde, dünyanın başıboş, sahipsiz ve tesadüflerle işlediğini zannedebilir. Allah’ın her şeyi yaratıp, sonra gökyüzünde bir köşeye çekilip-haşa- olayları izlediğini düşünen bazı kişiler vardır. Bu sapkın düşünce, zaman içinde insanı Allah’ın varlığını inkâra sürükler. “Eğer kâinattaki düzen tesadüflerle işliyorsa, ilk ortaya çıkışı da tesadüfen olmuş” diye düşünebilir. Çevresinde hak dine değil de pagan dinlerine inanan kişiler de varsa, onların da etkisiyle içinde bulunduğu cahilliği, tam aksine akıllılık olarak düşünmeye başlar. İnsanları Yüce Allah’a kulluktan alıkoyan, din ahlâkını yaşamaktan uzaklaştıran, sinsice şeytanî sisteme çeken ve insanların başına sayısız acı ve bela getiren bir tehlike daha vardır. Bu tehlike, duygusallık ya da romantizmdir. Duygusallık, cahiliye toplumunda iyi insanlara has beğenilen bir özellik olarak görülür. Oysa duygusallık, en önemli özelliklerden biri olan ’aklı’ tamamen devreden çıkarır, kişiyi tutkularına, öfke ve zaaflarına göre yaşamaya yönlendirir. Duygularının tutsağı olan insan aklını kullanamadığından, ne Yaratıcısını hakkıyla takdir edebilir, ne O’nun yarattığı olaylar ve hikmetleri üzerinde düşünebilir, ne de dinini tam anlamıyla yaşayabilir. Çünkü Allah’ı bilen ve kavrayan akıldır. Bediüzzaman Sözler’de(6. Söz), aklı bir alete benzetir ve şöyle tarif eder: “Eğer Cenâb-ı Hakka satmayıp belki nefis hesabına çalıştırsan, öyle meş’um ve müz’iç ve muacciz(kötü, sıkıntı veren ve rahatsız edici) bir alet olur ki, geçmiş zamanın âlâm-ı hazinanesini(hüzün veren acılarını) ve gelecek zamanın ehvâl-i muhavvifanesini(dehşetli korkularını) senin bu biçare başına yükletecek; yümünsüz ve muzır(bereketsiz ve zararlı) bir alet derekesine(aşağı derecesine) iner.” Bu sebeple günahkâr bir insanın aklın sıkıntı ve tacizinden kurtulmak için, çoğunlukla ya sarhoşluğa veya eğlenceye kaçtığını söyler Bediüzzaman. Oysa her şeyin gerçek sahibi olan Allah’a satılsa ve O’nun hesabına çalıştırılsa, akıl öyle tılsımlı bir anahtar olur ki, şu kâinatta olan sınırsız rahmet hazinelerini ve hikmet definelerini açar. Böylece sahibini, sonsuz mutluluğa hazırlayan, Allah’a giden doğru yolu gösteren derecesine çıkarır. Akıllı insan Rabbini inkâr edemez. Allah’ın varlık delillerini görememek aklın iptalidir; gaflettir. Akıl sahibi insanlar için, kader ve kudret kaleminin Sahibi Allah’ın rahmet hazineleri ve hikmet defineleri, delilleri her yerdedir. Gerçek akıl Allah’ı bilir… İşte Allah, size ayetlerini böyle açıklar; ki akıl erdiresiniz. (Bakara Suresi, 242)