Ahmed Namiki Cami Kimdir AHMED NAMIKİ CAMİ (Kuddise Sirruh) Horasan'ın büyük velîlerinden. İsmi Ahmed bin Ali Nâmıkî Câmî, künyesi Ebü'l-Hasan'dır. Eshâb-ı kirâmdan Cerîr bin Abdullah'ın (r.anh) soyundandır. Horasan'ın Nâmık köyünde 1049 (H.441) senesinde doğdu. Sonradan Câm kasabasına yerleşti. Bu yüzden Nâmıkî ve Câmî nisbeleri ile tanındı. Tövbe etmek hakkında, buyurdu: Ey insanlar! Büyük bir hazinedir günahlara istiğfar. Hak teâlâ buyurdu: (Tövbe edin hepiniz. Ancak tövbe etmekle kurtulabilirsiniz.) Ahmed Câmî hazretleri ümmîydi. Yâni okula gitmemişti. Yirmi iki yaşında iken tövbe etmek nasîb oldu. O yaşa kadar arkadaşları ile zevk ü sefâ içinde yiyip içerdi. Bir gün içki getirmek sırası ona geldi. Bulundukları yerde kırk küp içkileri vardı. İçki almak için gidip baktığında hiç birinde şarap bulamadı. Şaşırıp kaldı. Sonra merkebi ile şarap için bağa gitti. Oradaki şarapları merkebe yükledi. Merkep yürümemekte inâd ediyordu. Hayvanı şiddetle dövmeye başladı, sonra âniden; "Ahmed niçin bu hayvanı incitirsin? Onu biz yürütmüyoruz. Biz irâde etmeden yürümeyeceğini bilmiyor musun? Arkadaşların özrünü kabûl etmezse, biz kabûl ederiz." diye bir ses işitti. Hemen yere kapandı ve; "Yâ Rabbî! Tövbe ettim. Bundan sonra hiç şarap içmeyeceğim. Emreyle merkep yürüsün. O insanlara mahcûb olmayayım. " dedi. Merkeb yürümeye başladı. Arkadaşlarının yanına varıp şarabı önlerine koyduğunda, ona sen de iç dediler. "Ben tövbe ettim." dedi. Fakat içirmek için ısrâr ettiler. Âniden kulağına yine bir ses geldi; "Yâ Ahmed! Ellerinden al, iç ve içtiğin bardaktan onlara da içir." diyordu. Hemen alıp içti, şarap bal şerbeti olmuştu. Allahü teâlânın kudreti ile şarap şerbete çevrilmişti. Orada bulunanlara da tattırdı, hepsi tövbe ettiler ve dağıldılar. Sonra dağa çıktı, uzun müddet insanlardan uzak durdu. İbâdet ve nefs terbiyesi ile meşgûl oldu. Seneler sonra bir gün kalbine; "Ahmed! Hak yoluna böyle mi giderler? Kavminden senin üzerinde hakları olan birçok insanı bıraktın." düşüncesi geldi. İnsanların arasına döndü ve eline bir odun alıp, evvelki şarap küplerini kırmaya başladı. Köyün muhtarına onu şikâyet edip; "Ahmed delirdi. Şarap küplerini parçalıyor." dediler. Muhtar, bir adam gönderip onu evden çıkardı ve atların bulunduğu ahırda hapsetti. O da ahırın bir köşesine oturdu. Ellerini başına koyup; "Katır, şarap küpüyle hiç durmadan dönüyor, Ey gönül! Allah için sen de gel bir defâ dön." beytini okudu . Bu sözlerini işiten ahırdaki atlar, önlerindeki otları yemeyi bırakıp, başlarını duvarlara vurmaya başladılar. Gözlerinden yaşlar akıttılar. Atların bakıcıları bu hâli görüp muhtara haber verdiler. Muhtar gelip onu serbest bıraktı ve özür diledi. Yine dağa dönüp gitti. Nice yıllar orada kalıp, ibâdet ve tâat ile meşgûl oldu. Artık okuyup yazmaya başladı. Kur'ân-ı kerîm ile diğer temel dînî kitapları, din büyüklerinin hayâtını devamlı okuyordu . Bir taraftan da bâzı kimselerin üzerinde hakları olduğunu düşünüyordu. Acaba onları nasıl ödeyecekti. Bu düşünceler içindeyken, kalbine şöyle bir nidâ geldi: "Ahmed! Sen, insanı Allahü teâlâya kavuşturan yolda iyi gidiyorsun. Allahü teâlânın lütfuna ve keremine olan tevekkülün sebebiyle, senden alacaklı olanların borcunu, O, nihâyetsiz hazînesinden fazlasıyla öder. Gerçekte rızıkların hakîkî sâhibi de odur..." Bundan sonra Allahü teâlâ, nihâyetsiz ihsân hazînesinden onun üzerinde hakları bulunanların ve ona muhabbeti olanların her birine, her gün bir batman (7.692 kg) buğday verirdi. Şöyle ki, alacaklılar her sabah o bir batman buğdayı sandıklarında bulurlardı. Bu buğday, o gün evdekilerin hepsine yeterdi. Hattâ misâfirleri gelse, onlara da yetip artardı. Bir zaman sonra, ona verilen mânevî bir işâret üzerine tekrar insanlar arasına döndü ve doğru yolu göstermeye başladı. Sirac-üs-Sâirîn kitabını yazdığı âna kadar 80 bin kişi elinde tövbe etti. Ahmed Câmî'nin oğullarından Zâhirüddîn Îsâ, babasının elinde 600 bin kişinin tövbe ederek doğru yolu bulduklarını bildirmiştir. Kendisine sordular ki: "Biz geçmiş velîlerin kitaplarını, kerâmetlerini okuyor ve âlimlerden dinliyoruz. Ama sizde meydana gelen haller çok azında görülmüştür. Bunun sebeb-i hikmeti nedir?" Buyurdu ki: "Velîlerin çektiği bütün sıkıntıları çektik. Allahü teâlâ onlara ayrı ayrı verdiği kerâmetleri, ihsân ederek, Ahmed'e hepsini verdi. Her dört yüz yılda, bir Ahmed'e böyle ihsânlarda bulunur ve bu ihsânları da herkes görür." Nitekim Ahmed Câmî'den dört yüz sene sonra gelen İmâm-ı Rabbânî Müceddid-i Elf-i Sânî Ahmed Fârûkî hazretlerine de Allahü teâlâ böyle ikrâmlar, hattâ daha büyük makamlar ihsân eylemiştir. Bu, Allahü tealânın husûsî bir ihsânıdır, dilediğine nasîb eder. O'nun ihsânı boldur. Ebû Saîd Ebü'l-Hayr hazretlerinin, ibâdet ederken giydiği bir hırkası vardı. Hattâ, bu hırkanın hazret-i Ebû Bekr'e âit olduğu, elden ele, ona kadar geldiği de söylenirdi. Ahmed Nâmıkî hazretlerine hırkayı ulaştırması için, Ebû Saîd'e mânevî bir işâret gelmişti. Ebû Saîd'in oğlu Ebû Tâhir hazretleri, babasında bulunan bu mübârek hırkayı taşımak selâhiyetinin kendisine verilmesini arzu ediyordu. Ebû Saîd keşf yoluyla oğlunun bu düşüncesini anlayıp; "Sizin istediğiniz bu selâhiyeti başkasına verdiler." buyurdu. Orada bulunanlar bu sözlerle ne demek istediğini anlayamadılar. Sonra oğlu Ebû Tâhir'e vasiyet edip; "Benim vefâtımdan yıllar sonra, uzun boylu, şöyle şöyle şekilde, adı Ahmed olan bir genç hânekâhın kapısından girip gelir. Sen de o zaman, talebelerin içerisinde benim yerimde oturmuş olursun. Bu hırkayı muhakkak ona teslim eyle!" buyurdu.
Ebû Saîd vefât edip aradan uzun yıllar geçince, Ebû Tâhir bir gece rüyâsında, babası Ebû Saîd'in dostlarıyla birlikte, acele ile bir yere gittiklerini gördü ve nereye gittiklerini sordu. Ebû Saîd; "Sen de gel! Evliyânın kutbu geliyor." buyurdu. O da acele etmek istedi, fakat uyanıverdi. Ertesi gün Ebû Tâhir, talebelerin içerisinde babasının yerinde oturmuştu. Babasının târif ettiği şekilde bir genç içeri girdi. Ebû Tâhir geleni hemen tanıdı. Ona çok izzet ve ikrâmlarda bulundu. Çok hürmet gösterdi. Babasının emânet ettiği hırkayı çok seviyor, bunu başkasına teslim etmenin kendisine çok zor geleceğini düşünüyordu. Bu sırada, gelen genç (Ahmed Câmî); "Ey efendim! Emânete riâyet lâzımdır." deyince, Ebû Tâhir buna sevinip kalktı, Ebû Saîd'in kendi elleriyle astığı yerden hırkayı alıp, gelen gencin sırtına giydirdi. Ahmed Câmî hazretlerine gelinceye kadar, evliyâdan 22 kişinin bu hırkayı giydikleri bildirilmiştir. Ahmed-i Nâmıkî Câmî hazretleri uzun riyâzetler ve mücâhedelerden nefsin isteklerini yapmayıp istemediklerini yaparak insanlar arasına dönüp, bir yandan onlara İslâmiyeti anlatırken, diğer taraftan yüzlerce eser yazdı. Âlimlerin herbirisi bu kitapları çok beğendi. Çok yüksek velîydi. Bütün mahlûkâta karşı çok merhametli ve çok cömertti. Herkese maddî ve mânevî iyilik ederdi. Sıkıntısı olanlar kendisine mürâcaat ederlerdi. Büyüklerden HâceEbü'l-Kâsım isminde biri vardı. Malı da, hayrı da çoktu. Dâimâ âlimlerin ve velîlerin hizmetlerinde bulunurdu. Geçmiş evliyânın kabirlerini ziyâret eder, mübârek rûhâniyetlerinden feyz alırdı. Hikmet-i ilâhî başına öyle bir hâl geldi ki, bütün malı elinden çıktı. Muhtaç bir hâle düştü. Kime gideceğini bilemiyor, kimseden bir şey isteyemiyordu. Yaşlı ve zayıf olduğu için, çalışıp kazanması da mümkün değildi. Bir gün sıkıntılı şekilde câmide oturuyordu. Yaşlı bir zât içeri girip iki rekat namaz kıldı. Sonra bir köşede sıkıntılı ve üzüntülü bir hâlde oturan Ebü'l-Kâsım'ın yanına gelip selâm verdi. Nûr yüzlü ve çok heybetli biriydi. Heybeti Ebü'l-Kâsım'ı kaplamıştı. Selâma cevap verdi. Gelen zât; "Niçin sıkıntılı oturuyorsunuz?" dedi. O da, içinde bulunduğu durumu anlattı. Gelen zât; "Ahmed bin Ali'yi (Ahmed Câmî'yi tanır mısın?" dedi. Ebü'l-Kâsım; "Evet. Eski dostumdur." dedi. O zât; "Onun yanına git. O, kerâmet sâhibi bir kimsedir. Senin derdine dermân olur." dedi. Ebü'l-Kâsım, ertesi gün Ahmed Câmî hazretlerinin yanına gitti. Selâm verdi. Ahmed Câmî selâmını alıp; "Ne haldesin?" buyurdu. O da hâlini anlattı. Ahmed Câmî buyurdu ki: "Kaç gündür seni düşünüyordum. Başına bir iş gelmiş olabileceğini tahmin etmiştim. Fakat sen hiç üzülme. İnşâallah, Allahü teâlâ işini kolaylaştırır. Bir çâresi bulunur. Biz de duâ edelim." Ahmed Câmî hazretlerinin bu güzel sözleri, Hâce Ebü'l-Kâsım'ı rahatlatmıştı. Ertesi gün tekrar Ahmed Câmî'nin huzûruna geldi. Ahmed Câmî onu görür görmez; "Allahü teâlâ senin işini kolaylaştırdı. Senin bir günlük ihtiyacın ne kadardır?" diye sordu. O da, bir günlük ihtiyâcına yetecek altın mikdârını söyledi. Ahmed Câmî hazretleri; "Senin ihtiyâcını şu taşa havâle eylediler. Her gün gelir ihtiyâcın kadar altını oradan alırsın." buyurdu. HâceEbü'l-Kâsım; "Peki efendim." deyip teşekkür etti ve o taşın yanına gitti. Taşın altında bir mikdâr altın vardı. Onu aldı sonra, Ahmed Câmî'nin huzûruna gidip; "Efendim! Mâlûmunuz olduğu gibi ben ihtiyarım. Çocuklarım da var. Ben öldükten sonra onların hâlleri nice olur?" dedi. Bunun üzerine; "Hıyânet etmemek şartı ile, oğullarından hangisi gelirse, o altını alır." buyurdu. Hâce Ebü'l-Kâsım, her gün gider ihtiyacı kadar altını alırdı. Bu hal, vefâtına kadar devâm etti. Vefât ettikten sonra uzun yıllar oğulları gelip oradan altın aldılar. İçlerinden biri hıyânet edinceye kadar böyle devâm etti. Biri hıyânet edince bir daha o taşın altında altın bulamadılar. Bir zamanlar, Ahmed Câmî hazretleri Herat'a gitmek istedi. Bu haber tellâllar vâsıtasıyla Herat ve civarında yayıldı. Genç-ihtiyar bütün halk sokaklara döküldü. Herkes, kendisini görmekle şereflenmek, mübârek sözlerini duyabilmek arzusuyla yanıyordu. Bir taht yaptırarak onun üstünde oturmasını ve tahtı da omuzlarında taşımak istediklerini bildirdiler. Kabûl etmedi fakat çok ısrâr edilince çâresizlikten kabûl etti. O zamanda bulunan en büyük velîlerden dört kişi, tahtın kollarından tuttular. Böylece bir saat kadar gittiler. "Tahtı yere koyunuz. Size bâzı söyleyeceklerim var." buyurdu. İndirdiler. "İrade nedir, bilir misiniz?" diye sordu. "Siz buyurunuz." dediler. "İrâde, söz dinlemektir." buyurdu. "Öyledir." dediler. "O halde siz atlarınıza bininiz, tahtı da diğerleri taşısınlar. Biz de sizinle aynı hizâda bulunmuş oluruz." buyurdu. Bu teklifi kabûl edip, tahtı başkalarına verdiler. Herkes bereketlenmek için tahtı birkaç adım taşıdı, sonra sırayla diğerleri alırdı. Fakat insan çokluğundan herkese sıra gelmedi. Şehre geldikleri zaman, Şeyh-ül-İslâm Abdullah-i Ensârî hazretlerinin konağına indiler. Alıntı